İDRAR YOLU (ÜRİNER SİSTEM) ENFEKSİYONLARI

Yazı Boyutunu Değiştirebilirsiniz

İdrar yolu enfeksiyonu başladığında idrar kültürü-antibiyogram yapılarak uygun ve doğru antibiyotik kullanılmalıdır. Rastgele alınan ilaçlar enfeksiyonun kronikleşmesine, vücuttan atılmamasına, yaşam boyu kişiyi rahatsız etmesine neden olur.

İdrar Yolu Enfeksiyonu Nedir? 

Böbrekler ile oluşan idrarın vücut dışına atılımını sağlayan sistem kısaca üriner sistem olarak adlandırılır. Üriner sistem böbrekler, üreterler (idrar borusu), mesane (idrar kesesi) ve üretradan (idrar yolu) oluşur.

İdrar yolu enfeksiyonu dışkı bakterilerinin idrar yoluna karışması ve yukarı üriner sisteme ilerleyip burada çoğalmaları sonucu meydana gelebilir. Normal idrar içinde bakteri, mantar, virüs bulunmaz. İdrar steril (mikropsuz) dir.

İdrar Yolu Enfeksiyonlarında Risk Faktörleri Nelerdir? 

İdrar yolu enfeksiyonlarına kadınlarda erkeklere göre 25 kat fazla rastlanır. Bunun en önemli nedeni kadınlarda idrar yolunun erkeklerinkine göre çok daha kısa olmasıdır. Tuvalet sonrası temizliğin arkadan öne doğru yapılması da anüs çevresindeki mikroorganizmaların vajinaya taşınmasına neden olabilir.

Cinsel ilişki esnasında meydana gelen küçük travmalar, doğum kontrolünde kullanılan bazı bariyer yöntemler, gebelik esnasında ve menopozda meydana gelen hormonal değişimler, şeker hastalığı, böbrek taşı, normal doğum, cerrahi girişimler, idrarın böbreğe geri kaçması, doğuştan işlevsel veya yapısal bozukluklar, kabızlık ve sünnetsiz olma enfeksiyona zemin hazırlayan sebepler olabilir. Özellikle gebelikte tedavi edilmeyen idrar yolu enfeksiyonları erken doğuma yol açabilir. Bu nedenle kontrollerde gebenin herhangi bir yakınması olmasa dahi idrar analizi yapılmalıdır.

Çocuklarda ilk beş yıl içinde böbrekte enfeksiyon olması kalıcı ve ilerleyen zedelenmelere neden olabilir. Bu nedenle erkek çocuklar ilk, kız çocuklar ikinci kez idrar yolu enfeksiyonu olduğunda idrar yollarında anomali araştırması yapılmalıdır.

İdrar Yolu Enfeksiyonu Belirtileri Nelerdir? 

Sistitin (mesane enfeksiyonu) klasik belirtileri; idrar yaparken ağrı ve yanma, sık idrara çıkma, idrara sıkışma hissi ve pelvik (alt karın) bölgesinde meydana gelen ağrıdan oluşur. Üst idrar yolu enfeksiyonlarında bu belirtilere ek olarak ateş, titreme, bulantı, kusma, halsizlik görülebilir.

 

Laboratuvar Tanısı

Tam İdrar Tahlili; en sık kullanılan testtir ve hızlı sonuç verir.

İdrar Kültürü; sık tekrarlayan ve 24-48 saatte iyileşme sağlanamayan enfeksiyonlarda, enfeksiyona neden olan bakteri türünün ve bu bakteriye karşı etkili olan antibiyotiğin tespit edilmesi için kullanılır.

İdrar yolu enfeksiyonunun tanısında tekrarlayıcı ve komplike sistit düşünülmüyorsa hastanın hikayesi, genel muayene, tam idrar tahlili ve/veya idrar kültürü yeterlidir. Bu sayede gereksiz ve etkisiz antibiyotik kullanımının önüne geçilir. Komplike enfeksiyonlarda radyolojik tetkikler ve kan testlerinin yapılması gerekebilir.

İdrar Kültürü İçin İdrar Örneği Verirken Dikkat Edilmesi Gerekenler

    • İdrar yapılan bölge sabunlu su ile önden arkaya doğru yıkanmalı, durulanmalı ve ilk gelen idrar atıldıktan sonra bir miktar idrar kaba alınmalıdır. Buna orta akım idrar örneği denir.
    • Bir önceki idrarın yapılmasından en az 3-4 saat sonra idrar örneği verilmesi önemlidir.
    • İdrar konsantrasyonunun değişimine sebep olmamak için fazla su içilmeden idrar verilmesi gerekir.
    • Bekleyen idrarın içinde bakteriler üremeye devam edeceğinden idrarın vakit kaybedilmeden laboratuvara verilmesi veya ulaştırılması önemlidir.

 

İdrar Yolu Enfeksiyonlarını Önlemek İçin Yaşam Tarzında Yapılabilecek Değişiklikler 

  • Bol miktarda su ve sıvı almak
  • Daha sık idrar yapmak, idrar tutmamak
  • Kadınlarda genital bölgenin, özellikle cinsel ilişkiden önce ve sonra yıkanması ve cinsel ilişki sonrası idrar yapılması
  • Güvenli cinsel ilişki (cinsel ilişki sırasında prezervatif kullanmak)
  • Kadınların tuvalet temizliğini önden arkaya doğru yapması
  • Deodorant içeren hijyen ürünlerinin kullanılmaması
  • Genital bölgenin nemli kalmamasına özen gösterilmesi, pamuklu iç çamaşırı kullanılması
  • Düzenli doktor kontrolleri
  • Tedavide amaç; enfeksiyonu uzaklaştırmak, anatomik ve işlevsel bozuklukları belirleyip düzeltmek, tekraları önlemek ve böbreklerin işlevlerini korumaktır. Verilen tedavinin önerilen sürede uygulanması tekrarlayan enfeksiyonları ve direnç gelişimini önlemede çok önemlidir.

 

COVID-19 YENİ VARYANTI B.1.1.529 (OMIKRON) HAKKINDA MERAK EDİLENLER

Yazı Boyutunu Değiştirebilirsiniz

Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) Virüs Evrimi Teknik Danışma Grubu, Güney Afrika’nın 24 Kasım’da bildirdiği yeni varyantı (21K/B.1.1.529), 26 Kasım’da yaptığı toplantıyla kaygı verici varyant (VOC) olarak sınıflandırmış ve “omikron” olarak adlandırmıştır. Ülkede günlük vaka sayısı son üç hafta içinde %1 civarından %30’a ani bir yükseliş göstermiştir.

Omikron varyantı 28 Kasım itibariyle dört kıtada saptanmış durumdadır. Afrika kıtası dışındakiler, Güney Afrika seyahatinden dönenler ya da onların temaslılarıdır.

B1.1.529 (Omikron) Varyant Özellikleri

Varyantın diğer varyantlara kıyasla 32’si S proteininde olmak üzere yaklaşık 50 civarında aminoasit değişimi taşıdığı saptanmıştır. Bu aminoasit değişikliklerinin bazıları, daha önce yapılan klinik ve deneysel çalışmalarda virüsün bağışıklık sisteminden kaçma yeteneğinin gelişmesi, çoğalma kapasitesinin artması ve daha hızlı bulaşması ile ilişkili bulunmuştur. Ön kanıtlar, diğer endişe verici varyantlara kıyasla bu varyantla enfeksiyon tekrarı riskinin arttığını göstermektedir. Bu mutasyonların COVID-19 hastalığının tanısı, tedavisi ve mevcut aşıların etkinliği üzerine olan etkilerini araştırmaya yönelik çalışmalar sürdürülmektedir.

Korunma Yöntemleri

Bilinen korunma yöntemleri hala geçerliliğini korumaktadır. Salgının kontrol altında tutulmasında, gerekli önlemlerin zamanında alınmasının kritik önem taşıdığı açıkça görülmüştür. Varyantın ne boyutta bir tehdit potansiyeli olduğuna dair daha sağlıklı bilgi ve veriler kısa süre içerisinde elde edilecektir. Ortak kanı, mevcut asılar ya da geçirilmiş enfeksiyonların sağladığı bağışıklığın en azından ağır hastalık ve ölüme karşı koruyuculuklarını sürdürecekleri yönündedir.

Virüs henüz kuluçka dönemindeyken ya da belirtileri hafif seyreden bir kişinin de bulaştırıcı olabileceği unutulmamalıdır. Şüphe duyulduğunda yapılacak hassas PCR Testi ile saptanacak pozitif vakaların izolasyonu, bulaştırma riskini azaltarak salgının kontrol altına alınmasına katkı sağlamaktadır.

Tanı Testleri 

Mevcut SARS-CoV-2 PCR Testleri bu varyantı saptayabilmektedir.

Laboratuvarımızda kullandığımız SARS-CoV-2 PCR kiti, COVID-19’dan şüphelenilen veya belirti (semptom) göstermeyen kişilerin taranmasında FDA’dan onay alan tek yöntemdir.

Influenza & SARS-CoV-2, Antijen (Combo) ve Solunum Yolu Enfeksiyonları Moleküler Paneli (19 virüs, 3 bakterinin PCR ile analizi); mevsimsel enfeksiyonlarla sıkça karşılaştığımız kış aylarında tek seferde ayırıcı tanı sağlamaktadır.

 

GRİP MİYİM YOKSA COVID-19 MU OLDUM, NASIL ANLARIM?

Yazı Boyutunu Değiştirebilirsiniz

 

COVID-19, birçok farklı belirtisi olan karmaşık bir hastalıktır.

Çoğumuz COVID-19’un klasik belirtilerinin farkında olsak da artık hastalığın 20’den fazla belirtisi olduğunu biliyoruz.

Son 18 ayda, virüsün değişimi ve daha fazla insanın aşılanması ile birlikte hastalık belirtilerinin şekli de değişti.

COVID-19 belirtilerinin çoğu, özellikle çift doz aşılanmış kişiler için artık normal bir soğuk algınlığı ile aynı oluyor.
Bu yüzden ayırıcı tanı zorlaşıyor. Hastalığı hafif ya da hiç belirti göstermeden atlatan kişiler bulaştırıcı olabiliyor.

Bu vakaları saptamak, COVID-19 pandemi mücadelesinde kilit noktadır.

Grip Belirtileri

• Ateş veya titreme
• Öksürük
• Boğaz ağrısı
• Burun akıntısı ve tıkalı burun
• Kas veya vücut ağrıları
• Bas ağrısı
• Yorgunluk
• Kusma ve ishal (çocuklarda daha yaygın)

Covid-19 Belirtileri

• Ateş veya titreme
• Öksürük
• Nefes darlığı
• Tükenmişlik
• Kas veya vücut ağrıları
• Bas ağrısı
• Tat veya koku kaybı
• Boğaz ağrısı
• Burun akıntısı veya tıkalı burun
• Mide bulantısı ya da kusma
• İshal

 

Ne Zaman Covid-19 Testi Yaptırmalıyım? 

Kendinizi iyi hissetmiyorsanız, yaygın COVID-19 belirtilerinden herhangi birini yaşıyorsanız, aşılanmış olsanız bile evde kalmalı ve COVID-19 testi yaptırmalısınız.

Grip (Influenza) ve COVID-19 (SARS-CoV-2)’un tedavilerinin farklı olması nedeniyle tanıda bu iki hastalığı ayırmak önem taşımaktadır. Bilimsel çalışmalarda, iki hastalığın aynı kişide bulunabildiği bildirilmiştir. COVID-19 hastalarında yüzde 30’a yaklaşan oranlarda değer viral ve bakteriyel hastalıklar görülebilmektedir.

COVID-19 ile ilgili bulgu ve şikâyetlerin diğer solunum yolları ve sindirim sistemi enfeksiyonlarında da görülebilmesi nedeniyle ayırıcı tanı için mutlaka temas öyküsü alınmalı ve enfeksiyona neden olan virüs cinsi tespit edilmelidir.

Doğru tanı için etkenin tespiti önemlidir.

Covid-19 Tanı Testleri

Laboratuvarımızda kullandığımız SARS-CoV-2 PCR kitinin karşılaştırma çalışmaları yapılmış ve klinik performansının hassasiyeti kanıtlanmıştır. Bu çalışma ile laboratuvarımızdaki SARS-CoV-2 PCR Testi, COVID-19’dan şüphelenilen veya belirti (semptom) göstermeyen kişilerin taranmasında FDA onayı alan tek yöntemdir.

Influenza & SARS-CoV-2, Antijen (Combo) ve Solunum Yolu Enfeksiyonları Moleküler Paneli (19 virüs, 3 bakterinin PCR ile
analizi) testleri; mevsimsel enfeksiyonlarla sıkça karşılaştığımız kış aylarında tek seferde ayırıcı tanı sağlamaktadır.

 

 

COVID-19 VE MEVSİMSEL ENFEKSİYONLARDA AYIRICI TANI

Yazı Boyutunu Değiştirebilirsiniz

 

COVID-19 ( SARS-CoV-2 ) enfeksiyonundan şüphelenilen veya belirtisiz seyreden gribal enfeksiyon durumunda COVID-19 ayırıcı
tanısını mümkün kılan mevcut tek yöntem, FDA onaylı Roche Cobas 8800 sistemi ile 2020 yılından beri hizmet vermekteyiz.

Üst solunum yolu enfeksiyonları (ÜSYE) dünyada en sık doktor ziyaretlerine neden olan hastalıklardan biridir. 200‘den fazla virüs ÜSYE’na yol açar. Çocukların birçoğu yılda 5-8 kez ÜSYE geçirirler. Yuvaya giden çocuklarda bu sayı artabilir.

Grip ve nezle vakalarının en çok yaşandığı bu mevsimde, COVID-19 ile diğer virüslerin sebep olduğu üst solunum yolu enfeksiyonlarının belirtileri oldukça benzerdir.

Hürriyet Gazetesi, 19 Eylül Pazar

 

Covid-19 Enfeksiyonu Belirtileri

COVID-19 enfeksiyonunda; Influenza (Grip), RSV, Rinovirüs, Adenovirüs, Boca virüs gibi etkenlerin yol açtığı solunum yolu enfeksiyonlarına benzer belirtiler görülebildiği için ayrım yapılması zor olabilmektedir. Bu nedenle, etkenin saptanabilmesi için test yapılmalıdır.

COVID-19’un yaygın görülen belirtileri ateş, aşırı yorgunluk, halsizlik, öksürük, baş, boğaz ve kas ağrısıdır. Bu belirtiler özellikle içinde bulunduğumuz sonbahar mevsiminde üst solunum yolu enfeksiyonlarında da karşımıza çıkabilir.

Üst Solunum Yolu Enfeksiyonu Belirtileri

Üst solunum yolu enfeksiyonları genellikle; ateş, iştahsızlık, halsizlik, kas ve eklem ağrıları, öksürük, baş ve boğaz ağrısı, burun akıntısı, burun tıkanıklığı, gözde yaşarma ve kızarıklık gibi şikâyetlerle seyredebilir.

Sindirim Sistemi Enfeksiyonları Belirtileri

Sindirim sistemi enfeksiyonlarında kusma, ishal, ateş, iştahsızlık, kas ağrısı, karın ağrısı gibi bulgulara rastlanılabilir.

COVID-19; Norovirüs, Campylobacter gibi sindirim sistemini tutan etkenlere bağlı enfeksiyonlar ile benzer özellikler gösterebilir.

Alerjik Solunum Sistemi Hastalıklarının Belirtileri

COVID-19 hastalığı ile karışabilecek bir diğer hastalık ise alerjilerdir. Alt solunum yollarında oluşan alerjik reaksiyonlara bağlı izlenen öksürük ve solunum sıkıntısı gibi şikâyetlerde ateş, halsizlik, boğaz ağrısı kas ve eklem ağrıları gibi şikâyetlerin olmaması ve alerji hikâyesinin olması ayırıcı tanıda yardımcı olmaktadır.

Covid-19’da Ayırıcı Tanının Önemi

Influenza ve COVID-19’un tedavilerinin farklı olması nedeniyle tanıda bu iki virüsü ayırmak önem taşımaktadır. Bilimsel çalışmalarda, iki hastalığın aynı kişide bulunabildiği bildirilmiştir. COVID-19 hastalarında yüzde 30’a yaklaşan oranlarda diğer viral ve bakteriyel hastalıklar görülebilmektedir.

COVID-19 ile ilgili bulgu ve şikâyetlerin diğer solunum yolları ve sindirim sistemi enfeksiyonlarında da görülebilmesi nedeniyle ayırıcı tanı için mutlaka temas öyküsü alınmalı ve enfeksiyona neden olan virüs cinsi tespit edilmelidir.
Doğru tanı için etkenin tespiti önemlidir.

Covid-19 Testleri

SARS-CoV-2, Antijen
SARS-CoV-2, PCR
Influenza & SARS-CoV-2, Antijen (Combo)

 

HPV (İNSAN PAPİLLOMA VİRÜSÜ)

Yazı Boyutunu Değiştirebilirsiniz

 

HPV (Insan Papilloma Virüsü) Nedir?

HPV cinsel yolla bulaşan ve çoğunlukla genital bölge siğillerine neden olan bir virüstür. Rahim ağzı kanserinin başlıca nedeni olmakla birlikte HPV, kadın ve erkeklerde cinsel organ ve ağız boşluğu kanserlerine de neden olurlar. HPV virüsünün 200’den fazla çeşidi vardır ve bunlardan yaklaşık 40 tanesi genital bölge siğilleri ile ilişkilidir.

HPV Nasıl Bulaşır?

HPV cinsel yolla direkt temas ile bulaşır. Daha az olarak normal doğum sırasında anneden bebeğe geçebilir. Prezervatif HPV’de tam koruma sağlayamamaktadır. Cinsel yaşamın erken yaşta başlaması, çok eşlilik gibi diğer risk faktörlerinin de virüsle karşılaşma oranını artırdığı bilinmektedir.

HPV Belirtileri Nelerdir?

Her HPV enfeksiyonu başlangıçta belirti vermeyebilir. En sık görülen belirti virüs bulaştıktan 2-6 ay sonra ortaya çıkan genital bölgedeki siğillerdir. HPV’ye bağlı siğiller rahim ağzı, vajina, vulva, anüs ve penis kanserine neden olabilmektedir.

HPV – Rahim Ağzı Kanseri İlişkisi

Günümüzde rahim ağzı kanserinin %99.9’unun HPV ile ilişkili olduğu gösterilmiştir. Yüksek riskli grupta yer alan HPV genotipleri, vajina, vulva, anüs, penis ve rahim ağzı kanserine neden olurlar.

 

İlerlemiş rahim ağzı kanserinin belirtileri:

● Cinsel ilişki sırasında ağrı
● Kasık bölgesinde ağrı
● Vajinadan olağan dışı akıntı
● Cinsel ilişki sonrası kanama

 

HPV Nasıl Teşhis Edilir?

Kadınların rutin jinekolojik kontrollerini aksatmamaları çok önemlidir. Tarama testleri ile rahim ağzı kanserinin erken dönemde tespit edilmesi ve kanser öncüsü hücrelerin tedavi edilmesi mümkün olmaktadır. Ulusal Kanser Tarama Standartlarına göre 30-65 yaş arasındaki her kadın 5 yılda 1 kez HPV ve Pap-smear taraması yaptırmalıdır. Bunun dışında, Pap-smear test sonucunun anormal gelmesi; ASCUS denilen kanser öncesi lezyonların görüldüğü durumlarda HPV genotiplendirme testi önerilmektedir.

 

HPV Genotiplendirme Testi

HPV Genotiplendirme Testi hastalık bulunan bölgeden alınan sürüntü örneğinden, virüsün DNA parçalarının aranması işlemidir. HPV Genotiplendirme Testi ile doktorun tercihine göre yüksek ve düşük riskli 28 tip ya da sadece yüksek riskli 14 tip saptanabilmektedir.

Ayrıca HPV tarama testi ile HPV 16, 18 için tiplendirme yapılarak ; 15 çeşit yüksek riskli insan papilloma virüsü HPV(16, 18, 31, 33, 35, 39,45, 51, 52, 53, 56, 58, 59, 66, 68 türleri) için  kalitatif sonuç verilebilmektedir.

 

GÜNEŞLE GELEN SAĞLIK D VİTAMİNİ

enlarge_text

D Vitamini nedir? vücutta iskelet sisteminin gelişimi, sinir sisteminin çalışması ve bağışıklık sisteminin sağlıklı devamı için gerekli bir vitamindir. Vücutta aktif olarak kullanılabilmesi için güneş ısınına ihtiyaç duyulan ve özellikle çocuklarda büyüme için mutlaka yeterli miktarda alınması gereken bir vitamindir.

D Vitamini Nasıl Alınır?

Bazı vitaminler vücut tarafından üretilebilirken bazı vitaminlerin dışarıdan alınması gerekir. D Vitaminin de ~%90’ı cildimiz güneş ısığı aldığında vücudumuz tarafından üretilir. Eksikliği durumunda dışarıdan takviye edilmesi gerekir.

Vücudumuz tarafından üretilen D Vitamini depolanır ve kışın yeterli güneş alınamayan durumlarda depodan kullanılır. Güneş ışınlarının dik geldiği öğlen saatlerinde her gün 10-15 dakika güneşlenmek D Vitamini sentezi için yeterlidir. Ultraviyole ısınları cam ve plastikten geçemediği için güneş ışınları doğrudan cildimizin üzerine düşmelidir.

D Vitamininin diğer %10’luk kısmı ise besinler ile sağlanır.

 

D Vitamini Hangi Besinlerde Bulunur?

D vitamini sıklıkla Somon, Uskumru gibi yağlı balıklarda bulunur. Bazı besinlerin içerdiği D vitamini değerleri Uluslararası ünite (IU) olarak Tabloda verilmiştir.

Günlük D Vitamini İhtiyacı Nedir?

D Vitamini eksikliği tanısı olan ve takviye kullanan kişilerin 6 ayda bir vitamin ve kalsiyum düzeyini kontrol ettirmeleri gerekir. Yüksek dozda kullanılan D Vitamini takviyesi toksik etki oluşturabileceği için, hekim kontrolünde alınması ve en uygun dozun belirlenmesi gerektiği unutulmamalıdır.

 

●D Vitamini eksikliğinde birçok organda bozukluk oluşabilmektedir. En dramatik etki kemiklerde görülür. Kemik sertleşmesi (mineralizasyonu) bozulur ve büyüme çağındaki çocuklarda rasitizm (rikets), yetişkinlerde osteomalazi olarak adlandırılan kemiğin yumuşaması ve osteoporoza (kemik erimesi) neden olur. Kemik yapımındaki bu bozukluk çocukta boy kısalığı, kemik eğrilikleri ve ağrılarına yol açar. Ayrıca, çocuklarda dişler geç çıkar. Osteoporoz kadınlarda ve erkeklerde kemik kırılmalarına sebep olur.

●D Vitamini eksikliği; İnsülin direnci oluşmasına, diyabet ve kalp damar hastalıkları riskini artırması gibi sağlık sorunlarına neden olabilmektedir.

●D Vitamini eksikliği kanser oluşumunu tetikleyebilir. Pek çok bilimsel çalışma, güneş ısığının prostat, kolon, rektal, meme ve yumurtalık kanserine karsı koruyucu etkisi olduğunu göstermektedir.

Parkinson ve Multiple Skleroz (MS) hastalığına yakalanma riskini artırdığını gösteren çalışmalar da vardır.

●D Vitaminin yararlı etkilerinin en önemlisi bağışıklık sistemimizi koruyup güçlendirmesidir.

●D Vitamini, COVID-19 hastalığında gözlemlenen sitokin fırtınasını azaltarak hücresel bağışıklığı desteklemektedir.

●Bilimsel yayınlarda, düşük D Vitamini seviyesinin COVID–19’a yakalanma riskini arttırdığı ve hastalığın ağır seyretmesine neden olduğu gösterilmiştir.

D Vitamini Eksikliği Tanısı Nasıl Konur? 

D Vitamini kan düzeylerini belirlemek için, yarı ömrü 2-3 hafta olan, hem dışarıdan alımını hem de vücut içerisindeki üretimini gösteren 25-Hidroksi vitamin D testine bakılmalıdır.

D Vitamini ölçümü vitaminin bazı yapısal özellikleri ve kanda çok düşük konsantrasyonlarda bulunabilmesi sebebiyle bir takım zorluklar içermektedir.

D Vitamini ölçümünde altın standart olarak kabul edilen yöntem LC MS-MS’ dir. (Likit Kromatografi–Tandem Kütle Spektro- metresi).

Laboratuvarımızda LC MS-MS yöntemi ile her gün D Vitamini çalışılmaktadır.

Vitamin D testi için laboratuvar kan örneği tüpü

Vitamin D testi laboratuvar analizi için alınan kan örneği

 

 


Popüler Bülten

Web sitemizde yer alan içerikler, yalnızca genel bilgilendirme amacıyla hazırlanmıştır. Sağlıkla ilgili sorularınız, şüpheleriniz veya tedavi süreçleriniz için mutlaka hekiminize başvurmanız gerekmektedir. Buradaki bilgiler tıbbi tanı ve tedavi yerine geçmez.

ALCAT: LÖKOSİT AKTİVASYON TEST YENİ NESİL GIDA VE KİMYASAL DUYARLILIK TESTİ

Yazı Boyutunu Değiştirebilirsiniz

ALCAT Test kişiye özel inflamasyon yaratan etkenlerin belirlendiği bir testtir. Gıdalar, gluten, süt proteinleri, Candida, gıda katkı ve boya maddeleri, kimyasallar ve benzeri etkenlerin belirlenmesini sağlar. Kronik inflamasyonun yönetimi, bağışıklığın ve sağlığın optimize edilmesi mümkün olur.

Kronik İnflamatuvar Hastalıklar

 

 

ALCAT Test Yale Üniversitesi tarafından bilimsel olarak valide edilmiştir.
‘’ALCAT doğruluğu ve etkinliği kanıtlanmış bir testtir’’
Prof.W.Z.Mehal,MD,PhD

 

 

 

 

 

Alcat Test gıda ve kimyasalların yaptığı inflamasyonu ölçen yeni nesil lökosit aktivasyon testidir. Laboratuvar ortamında hastanın kanından elde edilen PMN lökositler gıda ve kimyasallarla karşılaştırıldıktan sonra ortaya çıkan inflamatuvar hücre reaksiyonları yani boyut ve şekil değişikliği flow sitometri ile çok hassas bir şekilde ölçülür.

450’den fazla madde test edilebilir, kişiye özel diyet önerileri kolay anlaşılır renkli bir şema şeklinde raporlanır. Doğal bağışıklık sisteminde hafıza fonksiyonu olmadığı için eliminasyondan sonra reaktif gıdalar genellikle tolere edilebilir. ALCAT Test’in amacı kişiye özel inflamatuvar etki yaratan gıda ve kimyasalları elimine ederek immun homeostazı dengelemek, kronik inflamatuvar hastalıklarda önleyici olumlu etkiler oluşturmaktır.

ALCAT Testi

Antikor düzeylerini belirleyen alerji testi değildir. 
IgG Antikor Düzeyini Ölçen Gıda Intolerans Testi Değildir.

• Alcat Test Tip 1 gıda alerji testi değildir.
• Gıda Alerjisi için spesifik IgE antikorları testi yapılır.
• ALCAT Test koruyucu IgG antikorlarını analiz eden bir gıda intolerans testi değildir.

ALCAT TEST İnflamasyona sebep olan gıda ve kimyasalların
doğal bağışıklık sistemindeki etkilerini ölçen bir duyarlılık testidir.

ALCAT Testin Diğer Gıda Intolerans Testlerinden Farkı Nedir?

• ALCAT test doğal bağışıklık hücrelerin (PMN lökositlerin) yanıtını ölçer. Çünkü gıdalara ve kimyasallara karşı ilk reaksiyon doğal bağışıklık hücre yanıtıdır.
• Doğal bağışıklık hücrelerin yanıtını ölçerek kronik inflamasyon yapan gıdayı ve kimyasalı ayırt eder.
• Gluten duyarlılığı yanlızca doğal bağışıklık yanıtıdır ve bu nedenle çölyak olmayan gluten duyarlılığını (NCGE) ölçen tek testtir.
• ALCAT test valide edilmiş yani doğruluğu ve etkinliği kanıtlanmış bir gıda duyarlılık testidir.
• Birçok gıda intolerans testi gıdaya karşı gelişen IgG antikor ölçer ve bu koruyucu antikordur. Gıda reaksiyonunu göstermez.
• Bazı gıda duyarlılık testleri ise edinsel bağışıklık (lenfosit) yanıtını ölçer fakat valide edilmemiştir.

 

SARS-CoV-2 ve BAĞIŞIKLIK SİSTEMİMİZ

Yazı Boyutunu Değiştirebilirsiniz

 

İnsan vücudu potansiyel saldırılara karşı güçlü savunma mekanizmaları ile donatılmıştır.

Herhangi bir virüs ile ilk kez karşılaşıldığında immun sistemimiz yeterli yanıtı veremeyebilir ve hastalanabiliriz.
Covid -19 pandemi sürecinde de bazı kişiler aynı durum ile karşı karşıya kalabilir.

Virüs ile infekte olduktan sonra immun sistemimiz antikor yanıtını oluşturmak üzere çalışmaya başlar. T lenfositleri tarafından uyarılan B lenfositleri plazma hücrelerine dönüşürler. Amaç viral antijene karşı antikor oluşturmaktır. Bilimsel verilerin yeterli olmaması nedeniyle SARS-CoV-2 virüsünün immun sistemden nasıl kaçtığı henüz bilinmiyor. Sitokin Profili, Covid-19 hastalık yükünün şiddeti ile yakın ilişki göstermektedir. Interluekin 2 artışı ile karakterizedir.

 

Bağışıklık Paneli: sIL2R, IL 6, IgA, IgG, IgM, CRP, Kan sayımı, Lenfosit tiplemesi (T lenfosit, Yardımcı T lenfositler, Sitotoksik T lenfositler , B lenfosit, NK hücreler), Vitamin D

Bağışıklık panelinde yer alan testler ile bağışıklık hücrelerinin durumunu bireye özel olarak değerlendirmek mümkündür. Bağışıklık sistemi ile ilgili olası sorunların erken dönemde tespit edilmesi, kök nedenin aydınlatılması, destek tedaviler ile kalıcı çözümler üretilmesi mümkündür. Koruyucu ve önleyici tedbirler ileride oluşabilecek bağışıklık sistemi ile ilgili hastalıkların önlenmesi açısından önemlidir.

Bağışıklık sistemi toksin, ağır metaller, kimyasal kirleticiler ve infeksiyon ajanları (virüs, bakteri, parazit, mantar) gibi dışarıdan gelen saldırılara karşı vücudumuzu savunan bir sistemdir. Bireyin kendi hücreleri ile kanserleşmeye yönelmiş hücreleri ve mikroorganizmaları ayırt edebilmekte, bağırsak, deri, diğer organların yararına olan flora bakterilerine saldırmamaktadır. Bağışıklık sisteminin infeksiyonları engellemenin yanı sıra tümör hücrelerini yok etme, dokuları ölü hücrelerden arındırma ve onarma gibi görevleri de vardır. Bu yararlı katkıların aksine normalin dışında, aşırı bağışıklık yanıtının ortaya çıkması ciddi doku hasarına neden olabilmektedir.

Bağışıklık sisteminin hassas dengeleri kritik önem taşır. Denge bozulduğunda savunma sistemi zayıflar, sık infeksiyon hastalıkları ve kronik inflamatuvar hastalıklar ortaya çıkabilir. Hatta bağışıklık hücreleri vücudun kendi hücrelerine saldırarak hasar verebilir ve otoimmun hastalıklar (Haşimato, Romatoid Artrit (RA), Sedef, Lupus (SLE), Çölyak, Multiple Skleroz (MS), gelişebilir.

Bağışıklık sistemi doğal bağışıklık ve edinsel bağışıklık olarak iki farklı yapıdan oluşur.

Doğal Bağışıklık Sistemi: Patojen ile karşılaştığında ilk olarak devreye giren, spesifik olmayan, hızlı yanıt oluşturan en basit savunma sistemidir. Patojeni yakalayıp içine alarak yok eden fagositik savunma hücreleri (granülositler, makrofajlar, mast hücreleri), doğal öldürücü hücreler (NK hücre) bu sistemde görev alır.

Edinsel Bağışıklık Sistemi: Patojen ile karşılaştığında patojene karşı spesifik olarak gelişen, özelleşmiş, daha etkili, komplike bir savunma sistemidir. Hafızası vardır, aynı patojen ile karşılaştığında onu tanır, daha hızlı ve etkin devreye girer. Bu sistemde T ve B lenfositler görev alır. Hücresel ve humoral bağışıklık olarak iki farklı yapıda işlev görürler.

  • Hücresel Bağışıklık: T lenfosit hücreleri görevlidir, bakterileri öncelikle üst düzeyde bir duyarlılık ile tespit edip, direkt fagosite ederek yok ederler.
  • Humoral Bağışıklık: B lenfositler görevlidir, sentezledikleri antikorlar (immunoglobulin) aracılığı ile bakterileri yok eder.

sIL-2R (Çözünür Interlökin-2 Reseptörü)

En önemli immün sistem düzenleyicilerden biri.

T lenfositler bağışıklık sisteminde önemli bir rol oynar. Dışarıdan gelen saldırılara ve kalıcı hücre içi patojenlere (virüsler, bakteriler, parazitler) karşı hücresel bağışıklığın korunmasından sorumludur. İnterlökin-2 (IL-2) T hücre büyümesini uyaran en önemli sitokindir. T hücreleri aktive ederek bağışıklık cevabını düzenler. Çözünür IL-2 reseptörü (soluble IL-2R) T hücre aktivasyonunu ölçmek için kullanılan iyi bir göstergedir. IL-2’nin lenfosit yüzeyi üzerindeki IL-2 reseptörüne bağlanması ile aktivasyon uyarısı T lenfositlere iletilir. IL-2 ile aktive edilen lenfositler, zara bağlı IL-2 reseptörlerinin sayısını arttırır. Kan dolaşımına çözünür bir formunu (sIL-2R) salar. sIL-2R kan seviyeleri, T hücresi aktivasyon düzeyini yansıtır. sIL-2R serum seviyeleri temelinde T hücre aktivitesi olan infeksiyöz durumlar, kronik inflamatuvar hastalıklar, romatoid artrit ve sarkoidoz gibi otoimmun hastalıklarda artar ve hastalık aktivitesi ile ilişkilidir.

Interlökin-6 (IL-6)

Inflamatuvar cevap ve konak savunmasında önemli bir sitokin

Interlökin-6 (IL-6), aktive T hücre, fibroblast ve makrofajlar tarafından salınan bir sitokindir. T ve B hücre fonksiyonunu düzenleme, immunoglobulin sekresyonu, akut faz inflamatuvar reaksiyonu gibi görevleri vardır. İnfeksiyona karşı oluşturulan inflamatuvar cevap ve konak savunmasında önemli bir rol oynar.

T lenfositler

Kandaki lenfositlerin % 60-75’i T lenfosit grubuna aittir. T hücreler yüzeylerindeki CD3 molekül kompleksi tarafından tanımlanır. T hücrelerinin yüzeylerinde antijeni tanıyabilen spesifik reseptörleri (TCR) vardır. Patojenlerin özgül tanınmasından ve edinsel bağışıklık yanıtının başlatılmasından sorumludurlar. T hücreleri farklı fonksiyonları olan iki ana gruba ayrılır: T yardımcı (helper) hücreleri ve sitotoksik T hücreleri.

T yardımcı (helper) hücreler (CD4) T yardımcı hücreleri, spesifik bağışıklık tepkisinin koordinatörleridir. Yüzeyinde antijen taşıyan hücrelerle (APC), örneğin dendritik hücreler, makrofajlar ve B lenfositler) doğrudan temasa geçer ve spesifik antijen reseptörleri ile antijeni tanır. Bu, spesifik T yardımcı hücrenin aktivasyonuna, çoğalmasına yol açar ve çeşitli sitokinler salgılayarak bağışıklık hücrelerinin devreye girmesi için sinyal gönderir. Böylece sitotoksik T hücrelerinin ve antikor üreten B-hücrelerinin çoğalmasını, farklılaşması ve fonksiyonunu tetikler.

Sitotoksik T hücreler (CD8) Sitotoksik T hücreleri bağışıklık sisteminin efektör hücreleridir. Sitotoksik T hücreleri hastalıklı hücrelerin, virüs bulaşmış hücrelerin ve kanserleşmeye dönmüş vücut hücrelerinin spesifik olarak yıkımından sorumludur.

B lenfositler

Kandaki lenfositlerin % 20-30’u B lenfositler grubuna aittir. B lenfositlerin ana sorumluluğu savunma sisteminde antikor moleküllerinin (immünoglobulin) sentezidir. Antikorların üretimi normalde T yardımcı hücrelerin aktivasyonundan ve plazma hücrelerine dönüşümünden sonra başlar. Yüzeylerinde oldukça spesifik antijen reseptörleri vardır ve bu sayede immünoglobulin molekülleri ile patojenleri bağlar. Yüzeyinde antijen taşıyan hücreler olarak hareket edebilir ve böylece bağışıklık reaksiyonlarını tetikleyebilirler. B hücrelerinin azalması yetersiz antikor üretimine yol açabilir.

Doğal öldürücü hücreler (NK hücreleri)

NK hücreler, kanserleşmeye dönmüş hücreler veya virüs bulaşmış hücrelerin doğrudan yok edilmesinde önemli bir rol oynar. Saldırı için T yardımcı hücreler tarafından düzenlenmeye ve hedef hücreleri işaretlemeye ihtiyaç duymazlar. Bununla birlikte, aktiviteleri üretilen İnterlökin-2’ye bağlıdır. NK hücreler virüs bulaşmış veya kanserleşmeye dönmüş hücreleri yüzey özellikleri nedeni ile tanır. Doğrudan hedef hücrede yıkım (lizis) veya programlı hücre ölüm mekanizmasını (apoptoz) devreye sokarlar.

 

Referanslar

1. Morris JC, Waldmann TA. Advances in interleukin 2 receptor targeted treatment. Ann Rheum Dis. 2000;59(1):109-14.
2. Witkowska AM. On the role of sIL-2R measurements in rheumatoid arthritis and cancers. Mediators Inflamm. 2005;2005(3):121-30. 3.Rosa MS, Pinto AM. Cytokines. In: Burtis CA, Ashwood ER, Bruns DE, editor(s). Tietz textbook of clinical chemistry and molecular diagnostics. 2005. p. 645-744.

 

Omega-3 ve Omega-6 Yağ Asitleri Profili

Yazı Boyutunu Değiştirebilirsiniz

İnsanların zihinsel ve fiziksel fonksiyonlarını yerine getirebilmesi, beslenme durumlarıyla yakından ilgilidir. Sağlıklı yaşam, büyüme, gelişme, zihinsel ve bedensel fonksiyonlarının sürekliliği yeterli ve dengeli beslenme ile sağlanabilir (1). Diyetle alınan yağın genellikle sağlık için olumsuz etkilere sahip olduğu düşünülse de, özellikle belli yağlar insan sağlığı için esansiyel olup diyette bulunmaları zorunludur.

 

Esansiyel Yağ Asitleri

Vücudun üretemediği ve mutlaka besinler yoluyla alınması gereken yağ asitlerine esansiyel yağ asitleri (EYA) denir. EYA, insan ve diğer memeliler için mutlak gerekli olan çoklu doymamış yağ asitleridir. Vücutta Omega-3 (ω-3) ve Omega-6 (ω-6) olmak üzere iki tip EYA bulunur. ω-3 serisinin esas temsilcileri 18 karbonlu ve üç adet çift bağ içeren alfa-linoleik asit (ALA, 18:3), ω-6 serisinin esas temsilcisi ise 18 karbonlu ve iki çift bağ içeren linoleik asittir. (LA, 18:2) ω-9 serisinden olan oleik asit (OA, 18:1) ve ω-7 serisini temsil eden palmitoleik asit (PA, 16:1) organizmada yaygın şekilde kullanılan, ancak esansiyel olmayan yağ asitleridir (2).

Yağlar içerdikleri yağ asitleri ile birbirinden farklılaşırlar. Karbon (C) sayılarına göre kısa (C2-4), orta (C6-10), uzun (C12-20) ve çok uzun zincirli (C>22) olarak adlandırılan yağ asitleri, yapılarında çift bağ içerenler doymamış (ansature), çift bağ içermiyenler doymuş (sature) yağ asitleri olarak tanımlanır. Doymamış yağ asitleri ise çift bağlarının sayısına göre kendi içlerinde tekli doymamış (monoansature) ve çoklu doymamış (poliansature) yağ asitleri olarak sınıflandırılır (3).

Doğrudan biyolojik aktiviteleri bulunan EYA ayrıca eikozanoid ürünlerinin de (prostaglandin: PG, tromboksan: TX ve lökotrienler: LT) öncüsüdür. Eikozanoidler sindirim, üreme ve bağışıklık sistemlerinin düzenlenmesinde önemli rol oynarlar.

ω-3 yağ asitlerinin önemi ilk defa Grönland’ın İnuit halkı üzerine yapılan çalışmalarda fark edilmiştir. Geleneksel gıdaları, yüksek oranda yağ içermesine rağmen, İnuitlerin kalp ve romatizmal hastalıklar, astım ve endüstriyel ülkelerde sık görülen pek çok hastalığa karşı dirençli oldukları gözlenmiştir. Bunun nedeninin doymamış yağları içeren balık etleri ve deniz memelilerinin yağlarını yaygın olarak tüketmeleri olduğu ileri sürülmüştür (4).

Omega-3 Kaynakları

Hayvansal kaynak olarak balık (ringa, uskumru, sardalya, alabalık, somon vb) ve az miktarda da yumurtada bulunur.

Bitkisel kaynak olarak; keten tohumu yağı, kanola yağı, soya fasulyesi yağı, ceviz, balkabağı çekirdeği, kenevir tohumu yağı ve semizotu gibi yeşil yapraklı sebzeler, kuru baklagiller ve kolza tohumu ALA’dan zengindir. İnsan sütünde ω-3 yağ asitleri önemli miktarda bulunur. Eikosapentaenoik asit (EPA, 20:5, ω-3), ve dokosaheksaenoik asidin (DHA, 22:6 ω-3) ana kaynağı deniz balıklarıdır.

 

Omega-6 Kaynakları

Mısır yağı, soya fasulyesi yağı, ayçiçek yağı, aspir (yalancı safran) yağı, ceviz, balkabağı çekirdeği ve keten tohumu yağı ω-6 yağ asitlerinin önemli kaynaklarıdır. Yumurta, kümes hayvanı etleri, tam buğday unundan yapılmış ürünler, fırınlanmış besinler, bitkisel yağlar ve margarin LA içerir. Anne sütünün gamma-linolenik asit (GLA, 18:3, ω-6) içeriği oldukça zengindir. Çuha çiçeği yağı, siyah kuş üzümü ve kenevir tohumu yağı önemli miktarda GLA içerir. Bazı mantar türlerinin de GLA miktarı fazladır. Dihomo-GLA (DGLA, 20:3, ω-6) ise insan sütünde, karaciğer, testis, adrenal ve böbrekte bir miktar bulunur. Anne sütü sınırlı miktarda araşidonik asit (AA, 20:4, ω-6) içerirken inek sütündeki miktar ise çok düşüktür. Et, yumurta sarısı, bazı deniz yosunları ve bazı karides türleri yoğun miktarda AA içerir.

 

Son yıllarda yapılmış olan çalışmalara ait bulgular, insanların daha sağlıklı olmalarında yağların ve yağlarda bulunan yağ asitlerinin tür ve miktarlarının da önemli olduğunu göstermiştir. Günümüzde insanların gıda tüketim alışkanlıklarının sonucu olarak margarin ve kızartma yağlarının kullanımındaki artış omega-6 yağ asidi olan araşidonik asit ile metabolik öncülü olan linoleik asidin tüketiminin artmasına yol açmıştır. Bilindiği gibi Aroşidonik asit proinflamatuvar özelliğe sahip olan eikosanoidlerin (TXA 2, PGE 2, PGI 2) ve lökotrienlerin (LTB 4, LTC 4, LTE 4) sentezinde rol almaktadır.

Oysa α-linolenik asit ve türevleri antienflamatuvar özelliğe sahip eikosaenoidler (TXA 3, PGE 3, PGI 3) ile EPA ve DHA gibi omega-3 yağ asitlerinin tüketimi prostat, göğüs, akciğer ve bağırsak kanserlerinin önlenmesi yanı sıra, kardiyovasküler hastalıklar, hipertansiyon, romatoid artrit, osteoporoz, diyabet, astım, Alzheimer, depresyon ve şizofreninin hem önlenmesi hem tedavisinde önemlidir. Ayrıca immün sistemin kuvvetlendirilmesi, erken dönemde zeka gelişimi, yüksek doğum ağırlığı üzerine de olumlu etkilerinin olduğu bildirilmektedir (5).
Aynı şekilde adı geçen yağ asitlerinin sinir sistemi gelişimi, beyin fonksiyonları ve retina üzerine de olumlu etkilerinin olduğu ifade edilmektedir (6).

 

ω-6 /ω-3 Yağ Asitleri Oranı

ω-6 ve ω-3 yağ asitlerinin hangi oranda alınması gerektiği konusunda tam bir fikir birliği sağlanamamıştır. Batı tarzı beslenmede bu oran 10:1 – 30:1 arasındadır. Dünya Sağlık Örgütü bu oranın 5:1 – 10:1 arasında tutulmasını önermektedir. Ancak sağlıklı oranın 1:1 – 4:1 arasında olduğu düşünülmektedir. ω-3 yağ asidi olarak günde 650 g EPA + DHA ve 2.22 g ALA ve ω-6 olarak 4.44 g LA alındığında ω-6/ω-3 oranı 1.5:1 değerindedir (7). Bu oranlar ω-3 ve ω-6 yağ asitlerinin farklı miktarları ile de sağlanabileceğinden günlük gereksinim olarak farklı miktarlar da bildirilmektedir.

İdeal günlük miktarın 1.5-2 g olması benimsenmiştir.

 

Omega-3, Omega-6 Yağ Asitleri Profili

 

Omega-3’ün Kardiyovasküler Sistem Üzerine Olan Başlıca Etkileri

•Anti-aritmik
• Anti-trombotik
• Anti-aterosklerotik
• Anti-inflamatuvar
• Endotel fonksiyonunu düzenleme
• Hafif düzeyde hipotansif etki
• Trigliserid düzeylerini düşürme
• Aterosklerotik plak oluşumunu geciktirme

Diabetes Mellitus – Omega Yağ Asitleri İlişkisi

Yapılan son araştırmalar, balık etinde bulunan ω-3 yağ asitlerinin insulinin işlevini artırdığı ve özellikle de tip II diyabetlilerde hastalığın oluşumunu geciktirdiği ortaya konulmuştur.

Gebelik – Omega Yağ Asitleri İlişkisi

Gebelik sırasında düşük veya premature doğumu önlemenin yanı sıra bebeğin doğum ağırlığını artırmaktadır. Ayrıca, fetusun sinir sistemi ve damar gelişiminin çok yoğun olduğu, gebeliğin son 3 ayında DHA gereksimini çok arttığı bilinmektedir. Omega-3 kullanımı ile erken doğum (early preterm, <34 hafta) riskinin %58, erken doğum (<37 hafta) riskinin %17 oranında azaldığı saptanmıştır.

Kanserde ω-6 /ω-3 Dengesinin Önemi

Balık yağlarının kanser üzerinde doğrudan tedavi edici etkisinden çok, kanserden korunma etkileri daha ön plandadır.

Hastalıklarda Korunma ve Tedavisinde Omega-3 Gereksinmesi

“Mayo Clinic”, “American Heart Association-AHA”, “National Institutes of Health-NIH” gibi kurumlar, haftada 2 kez ω-3 yağ asitlerinden zengin balık tüketimini önermektedir. Koroner arter hastalığı olan, özellikle yüksek trigliserid seviyeli hastalarda EPA ve DHA suplemantasyonunu önermektedirler.

Biruni Sağlık Yaşam Uzmanı

Biruni Sağlıklı Yaşam Laboratuvarı Danışmanı ve Klinik Biyokimya Uzmanı Dr. Semra Tamer Levent, “Omega-3 Yağ Asitleri’nin vücudumuz için öneminden bahsediyor.

 

KAYNAKLAR 

1.Çelebi S. ve Karaca H. Yumurtanın besin değeri, kolesterol içeriği ve yumurtayı n-3 yağ asitlerince zenginleştirmeye yönelik çalışmalar. Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesi Dergisi 37(2): 257-265 (2006).
2.Harris WS, Miller M, Tighe AP, Davidson MH, Schaefer EJ. Omega-3 fatty acids and coronary heart disease risk: clinical and mechanistic perspectives. Atherosclerosis 2007; 197: 12-24.
3.Das UN. Essential fatty acids: biochemistry, physiology and pathology. Biotechnol J 2006; 1: 420-39.
4.Dyerberg J, Bang HO, Hjorne N. Fatty acid composition of the plasma lipids in Greenland Eskimos. Am J Clin Nutr 1975; 28: 958-66.
5.Ceylan, N., Yenice, E., Gökçeyrek, D., Tuncer, E., 1999. İnsan Beslenmesinde Daha Sağlıklı Yumurta Üretimi Yönünde Kanatlı Besleme Çalışmaları. YUTAV’99 Uluslararası Tavukçuluk Fuarı ve Konferansı, 3-6 Haziran, İstanbul, 300-307.
6.Çabuk, M., Ergül, M., Basmacıoğlu, H., Akkan, S., 1999. Yumurta Ve Piliç Etindeki n-3 Yağ Asitlerinin Artırılma Olanakları. Uluslararası Hayvancılık 99 Kongresi, 224-24 Eylül, İzmir.
7.Simopoulos AP, Leaf A, Salem Jr N. Statement on the essentiality of and recommended dietary intakes for omega−6 and omega−3 fatty acids. Prostaglandins Leukot Essent Fatty Acids 2000; 63: 119-21.