KARACİĞER YAĞLANMASI

Karaciğer yağlanması (steatosis), karaciğer hücrelerinde aşırı yağ birikimi sonucunda oluşur ve karaciğerin kendini koruma amaçlı oluşturduğu yağ bezleridir. Karaciğer hücrelerinde normalden fazla yağ toplanması nedeniyle meydana gelen tıbbi bir durum olan karaciğer yağlanması, toplumdaki her 4-5 kişiden birinde görülmektedir. Kadın ve erkekte ise aynı sıklıkta görülür.

Gıda alışkanlıklarınızın değişimi ile gelen sağlıksız beslenme, egzersizden yoksun hareketsiz yaşam, sosyal hayatla ile birlikte artan alkol kullanımı, şok diyetler ve genetik yatkınlık gibi faktörler ile günlük yaşamdaki bazı yanlış alışkanlıklarımız karaciğer yağlanmasına zemin hazırlayabilir. Tüm bunların yanı sıra Hepatit C, Wilson hastalığı, çok uzun süre aç kalma, damardan beslenme, yanlış ilaç kullanımı ve Reye Sendromu gibi rahatsızlıklarınızda da benzer durumla karşılaşabilirsiniz.

Günlük hayatımızdaki hatalı alışkanlıklarımızdan kaynaklı karaciğer yağlanmasının yanı sıra karaciğerinizin sağlıksızlaşmaya başladığını ciltte kaşıntı, gözde ve idrar renginde sarılık, karın şişmesi, ciltte kırmızı lekeler, ellerde ve ayak tabanlarında sıcaklık artışı, kızarıklık, ciltte kırmızı renkli ve örümcek ağını andıran oluşumlar; ilk etapta baş gösteren belirtiler arasında görülebilir. Şeker metabolizmasında bozulma, insülin direnci gibi diğer etmenler ise karaciğerin işlevini tam olarak yerine getiremediğini gösteriyor olabilir. Bazı durumlarda geçmeyen halsizlik, yorgunluk, bulantı, kusma, iştah kaybı, konsantrasyon bozukluğu karnın üst sağ kısmında gibi etkiler görülebilir.

Karaciğer yağlanması ise sıkça karşımıza çıkan diğer karaciğer hastalıklarının aksine genel olarak belirti vermez; ancak karaciğerin bulunduğu (sağ kaburgaların hemen altındaki bölge) bölgede bir rahatsızlık hissi oluşabilir. Karaciğerde yağ birikimi arttıkça ve organ genişledikçe çevresindeki diğer organlar ve dokulara baskı yaptığından ağrılara neden olabilir.

Karaciğerde aşırı yağ birikmesinin sonucunda;

  1. Karaciğerde yağlanmanın bir sonucu olarak tıp dilinde steatoheapatit adı verilen karaciğerde iltihap meydana gelir.
  2. Karaciğer yağlanması, basit yağlanma durumundan “steatohepatit” sürecine geçmişse zamanla karaciğer hücrelerinin tahrip olmasına (nekroz) yol açar ve fibroz denilen, aynı zamanda karaciğer sirozunun başlangıcı sayılan duruma zemin hazırlar.

Karaciğer yağlanması nasıl teşhis edilir?

  • Ultrasonografi

    Ultrasonografi ile hastalığın ciddiyet seviyesine ve karaciğerdeki yağın miktarı tespit edilebilir.

  • Karaciğer biyopsisi

    Lokal anestezi altında ince bir iğne ile karaciğerden çok küçük bir parçanın alınıp patoloji uzmanı tarafından mikroskopik olarak incelenmesi yöntemi, kesin bir tanı edinmenizi sağlar ve yağlı karaciğer bulundurma konusunda yüksek risk taşıyan grupta kullanılır.

  • Laboratuvar testleri

    Kanda bakılan karaciğer fonksiyon testlerinde yükselme araştırılır; Kan yağları ve insülin direnci tayini yapılır. Genelde, bu karaciğer problemini yaşayan hastaların testlerinde alınan sonuçlar normal kişilerin sonuçlarından 2-3 kat daha yüksektir. Bu probleme sahip kişilerin glukoz, kolesterol ve trigliserit seviyeleri genel olarak yüksek çıkmaktadır.

Karaciğer yağlanması nasıl tedavi edilir?

Tedavide en önemli adım, öncelikle tatlı, şekerli ve nişastalı gıdaların tüketiminin azaltılması ve günde en az 30 dakika olacak şekilde tempolu yürüyüş veya hafif koşu tarzı egzersiz programının başlatılması şeklinde yaşam tarzının değiştirilmesidir.

Karaciğer yağlanması çoğunlukla daha ciddi bir hastalığa neden olmadan kontrol altına alınabilmektedir. Ancak çağımızda obezite çok yaygın olduğundan karaciğer yağlanması sorunu her geçen yıl artmaktadır.

Karaciğer yağlanmasını önlemek için ne yapabiliriz?

  • Alkolden uzak durun!

    Karaciğere en çok zarar veren ve karaciğer yağlanmasına yol açan temel etkenlerden biri alkol. Düzenli, uzun süreli (10 yıldan fazla) ve karışık alkol türlerini kullananlarda karaciğer yağlanması ciddi boyutlara ulaşabiliyor. Üstelik bu kişilerde kilo fazlalığının da olması karaciğer için risk derecesini arttırabiliyor. Alkol sonucu vücutta biriken toksinler, karaciğer hücrelerine zarar vererek siroz oluşmasını kolaylaştırıyor; siroz ve karaciğer yetmezliği gibi ölümcül sonuçlar doğurabilecek hastalıklara neden olabiliyor. Alkolden mutlaka kaçınmalısınız.

  • Düzenli egzersiz yapın!

    Karaciğer yağlanması ve bağlantılı diğer hastalıklar genel olarak obeziteyle ilgili durumlardan kaynaklanmaktadır. İşte bu nedenle karaciğer problemlerinizin önüne geçmek istiyorsanız; önce kilonuzu kontrol altına almalısınız. Fiziksel aktivite ve günlük egzersiz hareketlerini hayatınızın birer parçası haline getirin.

  • Bol su tüketin!

    İnsan vücudunun su içeriği yaşa ve cinsiyete göre %42 ile %71 arasında değişir. Çocukların vücudunun su oranı yüksekken, yaş ilerledikçe suyun yerini yağ almaya başlar. Yetişkin insan vücudunun ortalama %59’unu su oluşturmakta. Bir yetişkin günde ortalama 10 bardak su kaybetmekte olduğundan kaybedilen suyun yerine konması gerekir. Günlük tüketilen 8-12 bardak su, sıvı ihtiyacımızı karşılıyor. Sağlığınız ve vücut temizliğiniz için bol bol su tüketin!

  • Karbonhidratı azaltın!

    Sağlık açısından en çok problem yaratan karbonhidratlar, basit şekerlerden ve beyaz undan zengin olanlardır. Bakkal şekeri (sükroz), meyve şekeri (fruktoz), mısır ya da üzüm şekeri (glukoz) ile süt şekeri (laktoz) basit karbonhidratların en tehlikelileridir. Kilo kontrolünüz ve genel sağlığınız için aşırı karbonhidrat içeren sağlıksız besinlerden uzak durun!

  • Günde 1 fincan şekeriz Türk kahvesi için!

    Kafein ağırlıklı besinler, karaciğer yağlanmasına iyi gelmekte ve iltihabı azaltmaya yardımcı olmaktadır. Düzenli kahve tüketenlerde siroz gibi karaciğer rahatsızlıklarının daha az görüldüğü kanıtlanmış bir durumdur; ancak Türkiye’ye özel lezzetlerden birisi olan Türk kahvesinin vücudunuza fayda sağlaması için günde 3 fincanı geçmemeniz gerekiyor.

Yukarıda sözünü ettiğimiz maddeler karaciğer hücreleri içinde yağ damlacıklarının birikmesiyle ortaya çıkan karaciğer yağlanmasını ciddi ölçüde azaltmanıza yardımcı olacak ve daha sağlıklı hissetmenizi sağlayacaktır. Ciddi bir hastalığınız olmasa bile yağlanmadan uzak durmak için kendinize iyi bakmalı, sağlıklı beslenmeli ve yaşamınıza özen göstermelisiniz.

Daha kaliteli, daha mutlu ve daha uzun bir yaşam için sağlığınıza özen gösterin!

 

Diğer Popüler Bültenlerimizi Okumak İçin Tıklayabilirsiniz 

Biruni Mobil Sağlık Hizmetimizden Faydalanmak İçin Tıklayabilirsiniz. 

Periyodik Ateşli Hastalıklar

Periyodik Ateşli Hastalıklar

Ateşli Hastalıklar Temel Panel, yeni nesil dizileme sisteminde MEFV, MVK, TNFRSF1A ve NLRP3 genlerinin tüm kodlayan ekzonik bölgelerinin taranmasını içerir.

Ateşli Hastalıklar Genişletilmiş Panel’de ise ek olarak LPIN2, IL1RN, NLRP12, NOD2 ve PSTPIP1 genleri yer almaktadır. Genişletilmiş Panel ile, klinik olarak periyodik ateş bulgusu bulunan ancak temel panel ile saptanamayan mutasyonların tespiti hedeflenir.

Periyodik Ateş Sendromları (PAS), tekrarlayan ateş atakları ve serozal enflamasyon ile karakterize otoinflamatuar hastalıklar grubudur. Bu gruptaki hastalıklardan bazıları arasında; Ailesel Akdeniz Ateşi (FMF), Tümör Nekroz Faktör Reseptörü İle İlişkili Periyodik Sendrom (tRAPs), Hiper-IgD Sendromu (HıDs), Mevalonik Asidüri (MVA), Kriyopirin İlişkili Periyodik Sendrom (CAPs), Ailesel Soğuk Otoenflamatuar Sendrom (FCAs), Kronik İnfantil Nörolojik Kutanöz Artiküler Sendrom (CıNCA) ve Muckle-Wells Sendromu (MWs) yer alır. Tedavi edilmeyen PAS; malabsorbsiyon, böbrek yetmezliği, infertilite ve büyüme geriliği gibi ciddi komplikasyonlara neden olabilir. Bu nedenle doğru tanı konması kritik öneme sahiptir. Her PAS’nin kendine özgü bulguları da olmasına rağmen; genel olarak hastaların karın, göğüs, deri ve kas-iskelet sistemlerinde enflamatuar semptomlar gözlenir. Atak süresi ve sıklığı, döküntü tipi, santral sinir sistemi tutulumu (örneğin CAPs’de sıklıkla görülür) ve plevral efüzyon (FMFve tRAPs’de sık görülmesine rağmen HıDs veya CAPs’de nadiren rastlanılır) gibi bazı klinik bulgular ayırt etmeye yardımcı olabilir. Bununla birlikte, belirtilerin yoğunluğu ve yerleşimi hastalar arasında değişkenlik gösterdiği için klinikte kesin tanının konması genellikle zordur. Ayrıca, PAS’nin özgün olmayan bazı belirtileri; enfeksiyonlar, akut apandisit, kolesistit ve artrit gibi birçok yaygın hastalığı da taklit edebilir. Bunun sonucunda ise, doğru tanının konması uzun yıllar gecikebilir veya hasta yanlış tanıya hatta gereksiz operasyonlara maruz kalabilir. PAS’nin moleküler genetik analizi sayesinde, erken ve doğru tanı konularak gereken tedavi uygulanabilir ve böylelikle hastaların yaşam kaliteleri arttırılabilir. Çoğunluğu monogenik kalıtsal hastalıklar olan PAS’den sorumlu olduğu bilinen genlerde 900’den fazla varyant rapor edilmiştir. Bunların %93’nün tek nükleotid varyantı olması nedeniyle, yüksek kaliteli Yeni Nesil Dizileme (NGs) analizleri bu hastalık grubu için ideal bir tanı aracıdır. PAS’nin NGS yöntemleri kullanılarak yapılan moleküler genetik analizi, klinik tanıyı desteklemek için uygun ve güvenilir bir yol olarak kabul edilmektedir.

TESTE AİT BİLGİLER

Ateşli Hastalıklar Paneli ile yeni nesil dizileme sisteminde, temel paneldeki 4 gene ait ve genişletilmiş paneldeki 9 gene ait tüm kodlayan ekzonik bölgeler taranarak ortaya çıkan varyasyonların analizi yapılır. Bireyden alınan kan örneği EDTA’lı (mor kapak) tüplerde laboratuvarımıza ulaştırıldıktan sonra genomik DNA izolasyonu yapılır. Ardından PCR teknolojisi ile hedef bölgeler çoğaltılarak numune yeni nesil dizileme sistemine (NGS) hazır hale getirilir. Dizilenen bölge yoğun bir biyoinformatik analiz sürecinden geçirilerek mutasyonlar ortaya çıkarılır ve rapor oluşturulur. Ortalama hizmet süresi 4-6 haftadır.

HASTALIKLAR İLE İLGİLİ GENEL BİLGİLER

FMF;otozomal resesif kalıtım gösterir ve periton, sinovyum veya plevrada tekrarlayan ateş ve inflamasyona eşlik eden ağrılar ile karakterizedir. Ayrıca FMFhastalarında amiloidoz gelişimi de görülür (French FMF Consortium, 1997). Hastalarda ilkFMF epizodunun yaklaşık %90’lık bir oranla çocukluk veya ergenlik döneminde gözlendiği bilinmekle birlikte, yetişkin bireylerde de (20 yaş ve üzeri) ilk epizodun gerçekleştiği görülmüştür (Tamir N, et al. 1999; Sayarlioglu M, et al. 2005). Türk toplumunda FMF taşıyıcılığı %20 olarak belirlenmiştir (Chae JJ, et al. 2003). Bu durum, ülkemizde FMFtaramalarının ciddi bir öneme sahip olduğunu kanıtlamaktadır. Yapılan çalışmalarda,FMFtanısı konulan hastaların %70-80’lik bölümünde MEFV genine ait mutasyonlar saptanmıştır (Aksentijevich et al. 1999). HıDsve MVA; MVKgenindeki homozigot veya birleşik heterozigot mutasyonlar ile tanımlanan bozukluklardır. Mevalonat kinaz eksikliği biyokimyasal bulguları ile HıDs veya MVAşüphesi bulunan vakaların yaklaşık %95’inde MVKgeninde mutasyonlar tespit edilmiştir (Mandey et al. 2006; Bader-Meunier et al. 2010).Her iki hastalıkta da ateş, eklem ağrısı, deri lezyonları, ağız ülseri ve ishal ile karakterize olup vakaların büyük bir kısmında IgD seviyeleri yüksektir (Drenth JP, van der Meer JW 2001). tRAPs; tNFRsF1Agenindeki mutasyonlar ile bağlantılı, otozomal resesif geçişli bir hastalıktır. tRAPsvakalarının %40-50’sinin ailesel olarak, %5’inin ise sporadik olarak tNFRsF1Agenindeki mutasyonlar ile ilişkili olduğu ortaya çıkarılmıştır (Aksetijevich et al. 2001; Dode et al. 2002). Bireylerde yüksek ateş, döküntü, karın ağrısı, eklem-kas ağrıları karakterizedir (Rezaei N, 2006) ve en önemli farklı yanı da orbita çevresinde ödem, kızarıklık ve konjunktivitin eşlik etmesidir. FCAs1, CıNCAve MWs, CAPs’ın alt grupları olarak bilinmektedir. Bu grup hastalıklar, erken bebeklik dönemlerinde başlar ve ortak olarak döküntü, ateş ve ağrı görülür. Hastalığın şiddeti, alt grubuna ve hastaya göre değişkenlik gösterebilir (National Library of Medicine MeSH:D056587, 2017). lRP3genindeki mutasyonlar ise FCAstanısı konulan hastaların yaklaşık %85’inde ve CıNCAtanısı konulan hastaların yaklaşık %60’ında tespit edilmiştir (Aksentijevich et al. 2007; Aksentijevich et al. 2002). Ayrıca MWs sendromunun da genetik olarak NlRP3geni ile ilişkili olduğu gösterilmiştir (Hoffman et al. 2001). lPıN2geni Majeed sendromu, ıl1RNgeni İnterlökin-1 Reseptör Antagonist Bozukluğu (DıRA), NlRP12geni Ailesel Soğuk Otoenflamatuvar Sendrom 2 (FCAs2), NOD2geni Blau sendromu ve PstPıP1geni Piyojenik Artrit, Piyoderma Gangrenozum ve Akne Sendromu (PAPA) ile ilişkilendirilmiştir (De Jesus AA, Goldbach-Mansky R 2013; Jeru et al. 2008).

 

MİKROBİYOTA

İnsan vücudu, çoğunluğunu bakterilerin oluşturduğu mantar, virüs ve diğer tek hücrelileri içeren çeşitli mikroorganizmaları barındırır. Bu mikroorganizmaların tümününe Mikrobiyota diyoruz. Bakteriler ve diğer mikroorganizmalar genellikle hastalık yapıcı etkileriyle bilinmektedir. Ancak, hastalık yapıcı etkisi olmayıp, bizler için yararlı olan bakteriler de vardır. Bizler bu yararlı bakterilerle uyumlu, dengeli bir yaşam sürdürebiliriz. Yeter ki yararlı bakteriler kaybolup yerlerini zararlı, hastalık yapıcı bakterilere terk etmesinler. Mikrobiyota Testi ile sağlıklı mikrobiyotanızı öğrenebilirsiniz.

Vücudumuzu paylaştığımız mikroorganizmaların oluşturduğu topluluğun tümüne Mikrobiyota, bu topluluğun toplam gen yapısı ve etkileştiği çevrenin hepsine birden de Mikrobiyom adı verilir. Birlikte yaşadığımız Mikrobiyota, insan hücrelerinden on kat fazla sayıda mikroorganizma ve insan genomundan yüz elli kat fazla sayıda gen içerir.

İnsan mikrobiyotası deri, üreme organları, solunum ve en çok da bağırsak sisteminde yerleşmiştir. Bağırsaklarımız geniş yüzey alanı ve mikroorganizmalar için zengin besin maddeleri içermesi sebebiyle vücudumuzdaki en yoğun ve en çeşitli mikroorganizma topluluğunu barındırmaktadır. Sağlıklı bireylerde çok sayı ve çeşitte mikroorganizma içeren mikrobiyota, doğumdan hemen sonra doğal yollardan yerleşerek oluşmaya başlar. Beslenme, genetik yapı, yaş ve yaşanılan coğrafik bölgeye göre değişiklik gösterir.

Bağırsak mikrobiyotası fizyolojik, metabolik ve bağışıklık sistemimiz üzerinde oldukça karmaşık ve aktif görevler üstlenmektedir. Bağırsak bakterileri tarafından gerçekleştirilen birçok kimyasal reaksiyon önemli rol oynar. Bu sayede insanın kendi başına sindiremediği bileşikler bakteriler tarafından sindirilir.

Bu durum bizlerin daha geniş yelpazedeki gıdalardan faydalanmamıza olanak sağlamaktadır. Bağırsak mikrobiyotası bağışıklık sisteminin oluşması, gelişmesi için de önemlidir. Gelişen bağışıklık sistemi yararlı ve zararlı bakterileri birbirinden ayırt etmeyi öğrenir. Yararlı bakterilere tolerans gösterirken hastalık oluşturanlara karşı savunma yanıtı verir. Bağırsak bakteri florasının ideal yapısı sağlıklı yaşamın ana unsurlarındandır. Bağırsak mikrobiyotasının uyku düzenini, ruh halini ve diğer bazı davranışları etkileyebileceği yönünde göstergeler mevcuttur. Yukarıda sayılan nedenlerle bağırsak mikrobiyotası günümüzde yeni bir ‘metabolik organ’ olarak tanımlanmaktadır.

 

 

Yararlı Bağırsak Bakterileri

  • Ortamı asitli hale getirerek, hastalık yapıcı zararlı bakterilerin çoğalmasına, bağırsak mukozasında enflamasyon oluşumuna, bağırsaklardan kana toksik ürünlerin geçmesine ve böylelikle hastalıkların oluşumuna engel olurlar.
  • Ürettikleri enzimleri aracılığı ile sindirilemeyen karbonhidratların parçalanıp emilmelerine yardımcı olurlar. Fermente olan karbonhidratlar kısa zincirli yağ asitlerine dönüşürler. Bunlar da enerji kaynağı olarak kullanılır. Kalsiyum, magnezyum ve demir emilimi artar. Bağırsak hareketlerinin uygun gerçekleşmesi sağlanmış olur.
  • B1, B2, B6, B12 ve K vitaminlerinin üretim ve emilimine katkıda bulunurlar.
  • Bağırsak mukozası yakınında yer alan lenf dokularını uyararak bağışıklık sisteminin erken gelişiminde ve hayat boyu işleyişinde rol oynarlar. Bağışıklık sisteminin yalnızca hastalık yapan mikroorganizmalara cevap vermesini sağlarlar.

 

Bağırsak Mikrobiyotası Değişir Mi?

Bakteriler bebek doğar doğmaz sindirim sistemine yerleşir. İlk yerleşen bakteriler bağışıklık sistemi tarafından tanınır. Dolayısıyla ilk yerleşen bakteriler, kişinin hayatı boyunca var olacak bağırsak bakteri florasının içeriğini belirler. Bebeklerde doğum şekli, beslenme şekli, genetik faktörler mikrobiyatayı etkiler. Kronik sindirim sistemi hastalıkları, infeksiyonlar ve antibiyotik kullanımı sonrası bağırsak mikrobiyota içeriği değişir. Bağırsaktaki sağlıklı, yararlı mikroorganizma dengesinin zararlı mikroorganizmalar lehine değişmesi, ideal dengenin bozulması çok sayıda akut ve kronik hastalıkla ilişkilendirilmiştir. Bu nedenle dışkıda mikrobiyota analizi yapılarak kişinin mevcut durumunun belirlenmesi önemlidir.

 

Bozulmuş Bağırsak Mikrobiyotası İle İlişkilendirilen Hastalıklar

Diyabet, Obezite, Metabolik sendrom

Alerjik hastalıklar (Rinit,Astım,Atopik egzema)

Fonksiyonel bağırsak hastalıkları (irritabl bağırsak sendromu, infantil kolik)

Enflamatuar bağırsak hastalığı, Nekrotizan kolit

Otizm, Depresyon, Anksiyete bozukluğu

Romatoid artrit, Alkolik olmayan karaciğer hastalığı

Kolon kanseri

 

Bağırsak Mikrobiyota İçeriği Nasıl Saptanır?

Her insanın farklı genetik yapısı olduğu gibi, farklı mikrobiyotası olabilir. Bakterilerin karakteristik özellikleri genlerinde kodlanmıştır. Bu sayede gelişmiş moleküler genetik analizler kullanılarak, bağırsak mikrobiyotasını oluşturan bakterilerin tanımlanması mümkün olabilmektedir. Dışkı örneğinde, yeni geliştirilmiş DNA sekanslama yöntemiyle bakteri genleri saptanarak bağırsak mikrobiyotası hakkın­da bilgi sahibi olmak mümkündür. Bu test için dışkı örneğinin, laboratuvarımızdan sağladığınız steril kap içerisine alınması ve hızlı bir şekilde laboratuvarımıza ulaştırılması gerekmektedir.

 

Bağırsak Mikrobiyota İçeriğinin Bilinmesinin Sağlığımıza Katkısı

Sağlıklı ve uzun yaşamın anahtarı sağlıklı bir bağırsak yapısıdır. O nedenle kişisel bağırsak mikrobiyota içeriğinin bilinmesinde sayısız yarar vardır. Bağırsakta hastalık oluşturabilen, zararlı mikroorganiz­maların daha yoğun olmaları durumunda mikrobiyotanın dengesi bozulmakta ve disbiyozis dediğimiz durum ortaya çıkmaktadır. Disbiyotik bir çevrede yabancı bakterilerin etkisi sonrası kontrolsüz bir iltihap süreci başlar. Bu da bir çok hastalığın gelişmesine zemin oluştu­rabilmektedir. Böyle bir durumda kişiye özel tavsiye ve tedavi yaklaşımları mümkün olmakta, artmış ya da azalmış bakterilerin varlığına göre diyet düzenlenmesi, uygun probiyotik (Bağırsak için yararlı, insan bünyesine dost bakteri hücreleri. Bunlar çeşitli gıdaların içersinde bulunabilir veya takviye preparatlar şeklinde verilir.) ve prebiyotikler (Yararlı, dost bakterileri beslemek gelişimlerini sağlamak amacıyla alınan özel besinler)’in kullanımı gibi çözümler önerilebilmektedir.

 

Gribal Enfeksiyon

Gribal Enfeksiyon Etkenleri

Gribal enfeksiyon, hafif veya şiddetli boyutlarda seyreden ve ender olarak da ölümle sonuçlanabilen bir hastalıktır. Grip / İnfluenza virüslerinin sebep olduğu burun, boğaz ve akciğerleri tutan üst solunum yolları enfeksiyonudur. İnfluenza virüslerinin A, B ve C olmak üzere üç değişik tipi vardır. En sık rastlanılan etken İnfluenza A virüsüdür.

Domuz Gribi

İlk kez 2009 yılında, Meksika’da bir domuz çiftliğinde ortaya çıkarak tüm dünyaya hızla yayılan İnfluenza A: HİNİ tipi virüsüdür. İnsandan insana bulaşma hızla olmaktadır. Daha sonraki yıllarda mevsimsel grip etkeni virüsler grubuna dahil olmuştur.

Grip Nasıl Bulaşır?

Grip virüsü taşıyan kişilerin öksürük, hapşırık veya konuşmaları sırasında etrafa saçtıkları damlacıklarla hastalığın yayıldığı bilinmektedir. Virüsün bulaştığı yüzeylerle temas edilmesi de virüsün kişilere bulaşmasına neden olmaktadır. Virüs bulaştığı yüzeylerde 2-8 saat boyunca canlılığını koruyabilmektedir.

Gribal Enfeksiyon Kuluçka Süresi

Hastalık başlangıcında veya kişinin henüz hasta olduğunu fark etmediği süreçte virüsün bulaştırılması mümkündür. Belirtiler ortaya çıkmadan 1 gün öncesinde ve hastalandıktan sonraki 5-7 gün süresince bulaştırma riski devam eder. Özellikle çocukların ve bağışıklık sistemi zayıflamış olan kişilerin hastalığı bulaştırma süreleri daha uzun sürebilir.

Gribal Enfeksiyon

 

Gribal Enfeksiyon Belirtileri

Grip virüsleri ile enfekte olan kişilerde aşağıdaki belirtilerin bir kısmı veya hepsi birden görülebilir. Ateş, üşüme ve titreme,
Öksürük,
Boğaz ağrısı,
Burun akıntısı veya tıkanıklığı,
Kas ve eklem ağrıları,
Baş ağrısı,
Yorgunluk, bitkinlik hali,
Çocuklarda daha yaygın görülmek üzere kusma ve ishal.

Grip Tanısı

Gribal enfeksiyonlar çoğunlukla soğuk geçen kış aylarında görülmekle birlikte mevsim dışı zamanlarda da görülebilir. Gribal enfeksiyonları sadece belirtilerine bakarak diğer solunum yolları enfeksiyonlarından ayırt etmek pek kolay olmayabilir. Grip tanısı için laboratuvar testleri yapılır.

Burun veya boğaz salgısı örnekleri kullanılarak kısa sürede, hızlı sonuç alınan testler yapılmaktadır. Grip salgını dönemlerinde hızlı testlerin pozitif sonuç vermesi tanıyı çabuklaştırmaktadır. Ancak kesin tanıya varmak için daha hassas test yöntemleri de uygulanmaktadır.

Grip tanısında yukarıda sözü edilen testler için kan örneği gerekmemektedir.

Gribal Enfeksiyon Komplikasyonları

Kulak enfeksiyonu, sinüs enfeksiyonu, Vücudun su kaybı, Astım, diyabet, kalp yetmezliği gibi kronik hastalıkların daha ağır seyretmesi, Bakteriyel Zatürre (Pnömoni), Virüsün tipine ve kişin bağışıklık durumuna göre alt solunum yollarına yayılarak Zatürre’ye neden olabilir.

Kimler Yüksek Risk Altındadır?

Gribe bağlı ciddi sağlık komplikasyonları her yaştaki kişilerde ortaya çıkabilir,
65 yaş üstü kişiler,
Astım, diyabet veya kalp hastalığı gibi kronik hastalıkları olan kişiler,
Hamile kadınlar ve çocuklar.

Gribal Enfeksiyon

 

Gripten Korunma Yöntemleri – Aşı

Birincil ve en önemli korunma yöntemi her yıl grip aşısı olmaktır. Günlük yaşamda diğer korunma yöntemleri ise hasta kişilerle yakın temasta olmamak, öksüren ve hapşıran kişilerden uzak durmak ve sık sık ellerin yıkanması.

Gribal enfeksiyon, hafif veya şiddetli boyutlarda seyreden ve ender olarak da ölümle sonuçlanabilen bir hastalıktır.

Aşı Yapılmasında Sakınca Olan Kişiler

  • Ciddi yumurta alerjisi olanlar,
  • 6 aydan küçük bebekler,
  • 38 C° üzerinde ateşli enfeksiyon hastalığı olanlar,
  • Daha önce yapılan grip aşısına şiddetli alerjik reaksiyon verenler.

Gribal Enfeksiyon Tedavisi

Antiviral ilaçlar şikayetler başladıktan sonraki ilk 24-48 saat içerisinde kullanılmaya başlandığında etkili olabilmektedir, ilaç tedavisinin yanı sıra yatak istirahati, bol sıvı alınması ve hastanın odasının havalandırılması önemlidir. Antibiyotikler influenza virüslerine karşı etkili değildirler.

Gribal Enfeksiyon

 

Diğer Popüler Bültenlerimizi Okumak İçin Tıklayabilirsiniz 

Biruni Mobil Sağlık Hizmetimizden Faydalanmak İçin Tıklayabilirsiniz. 

CHLAMYDIA TRACHOMATIS

Yazı Boyutunu Değiştirebilirsiniz

Klamidyalar hücre içi yerleşimli, gram negatif, prokaryotik mikroorganizmalardır. İnsan da dahil olmak üzere bir çok memeli ve kuş türünde hastalık oluşturabilirler. İnsanda hastalık oluşturan 3 türü vardır: Chlamydia trachomatis, Chlamydia pneumoniae ve Chlamydia psittaci. Klamidya türleri arasında C. trachomatis, yol açtığı trahom ve cinsel yolla bulaşan hastalıklar nedeni ile en çok çalışılan ve rastlanan türdür. C. pneumoniae ise özellikle solunum yolu enfeksiyonlarından sorumludur. C. psittaci ise sıklıkla pnömoni şeklinde karşımıza çıkan sistemik bir hastalıktan (Psittakosis) sorumludur ve kuşlarla olan ilişkisi yaklaşık yüz yıldır bilinmektedir.

 

Chlamydia Trachomatis İnfeksiyonları

Chlamydia trachomatis’in genital sistem enfeksiyonlarındaki rolü 20. yüzyıl başlarında ortaya çıkmıştır. Bu dönemin başlarında yenidoğanların konjunktiva sürüntülerinin incelenmesi sonucunda intrasitoplazmik inklüzyonların fark edilmesi, aynı inklüzyonlara enfekte çocukların annelerinden alınan servikal ve babalarından alınan üretral sürüntü örneklerinde de rastlanması, farklı bir etkenin varlığını düşündürmüş ve bu yöndeki çalışmalar hızlandırılmıştır.

Günümüze kadar yapılan çalışmaların sonucunda, klamidyaların oluşturdukları hastalıkların patogenezinden sorumlu tutulabilecek toksin ya da herhangi bir virülans faktörü tanımlanamamıştır. Klamidya enfeksiyonlarının belirgin özelliği, konakta çoğu kez persistan enfeksiyonlara yol açmasıdır. Klamidyalar doğal konaklarında daha çok subklinik enfeksiyonlara yol açmaktadırlar. Enfekte konakta, klamidyaların çeşitli antijenlerine karşı antikorlar meydana gelir. Ancak bu antikorların tekrarlayıcı
enfeksiyonlara karşı koruyucu özellikleri çok az ve kısa sürelidir; etken, yüksek antikor titrelerine karşın varlığını sürdürebilmektedir.

Trahomun patogenezinde çoklu veya persistan enfeksiyonların rolü olduğu bilinmektedir. Ayrıca genital sitem infeksiyonu olan cinsel yönden aktif kişilerde tekrarlayan enfeksiyonlar çok sık görülmektedir. Dünyada önlenebilir körlüğün başta gelen nedeni olan trahom körlüğe neden olan tüm hastalıkların altıda birini meydana getirmektedir.

Epidemiyoloji

C. trachomatis’in L1, L2 ve L3 serotipleri ile oluşan lenfogranüloma venerum (LGV) tüm dünyada sporadik olarak ve özellikle de hijyenik koşulların yetersiz olduğu ülkelerde sıkca görülen bir genital enfeksiyondur. C. trachomatis’in non-LGV serotipleri ile oluşan enfeksiyonlar cinsel yönden aktif erkeklerde cinsel yolla bulaşan bakteriyel hastalıklar arasında birinci sırayı almaktadır. Eşler arasında yapılan çalışmalarda iki cinsin birbirine bulaştırma oranının hemen hemen aynı olduğu gösterilmiştir. Gonokoksik
enfeksiyonların aksine, klamidyal enfeksiyonlar prevalan hastalıklardır. N. gonorrhoeae ile enfekte olan kişilerin çoğu semptomatik olduğundan hemen tedavi olabilmekte, buna karşın C. trachomatis enfeksiyonlarının çoğunluğu belirtisiz seyretmekte ve taramalar sırasında saptanmaktadır. Cinsel yönden aktif erkeklerin % 0-11’inde, kadınların ancak % 0-26’sında görülmektedir. Yapılan çalışmalarda, erkeklerde NGÜ’lerin (Non-gonokoksit üretrit) % 20-60’ından, gonokoksik üretritlerde ise gonokokla birlikte %30-60’ından sorumlu tutulmaktadır. Kadın ve erkeklerde gonore ile birlikte bulunma olasılığı yüksektir.

GENİTAL ENFEKSİYONLAR

Lenfogranüloma venereum (LGV)

C. trachomatis tarafından oluşturulan, lenf bezleri ve anogenital bölgede inflamasyon ile karekterize olan cinsel yolla bulaşan bir hastalıktır. LGV 3-30 günlük bir kuluçka döneminin ardından üç dönemli bir seyir gösterir.

1. dönem: Etkenin vücuda giriş yerinde ufak bir papül ortaya çıkar. Sonra vezikül ve derin olmayan bir ülserasyon oluşur. Bu lezyona şankr denir. Ağrısız olması ve nedbeleşmeden kısa sürede iyileşmesi nedeni ile çoğu kez gözden kaçar. Erkeklerde glans penis, prepisyum veya üretra ağzında, kadınlarda ise vulva-vagina mukozası ve servikste yerleşim gösterir.

2. dönem: Primer lezyondan günler, hatta haftalar sonra başlar. Başlıca klinik özellikler lenfadenopati ve ve sistemik belirtilerin olmasıdır. Genellikle inguinal lenf bezleri büyür ve olguların %60’ında dışarıya fistülize olur (bubo oluşumu). Yerel belirtilerin yanı sıra ateş, bulantı, kusma, başağrısı ve miyalji gibi sistemik belirtiler de gözlenir. Tedavi görmeyen olguların bir kısmında nüksler görülebilir.

3. dönem: Lenf yollarında yıllarca süren kronik inflamasyon ve lenf stazına bağlı olarak çeşitli anorektal ve genital malformasyonlar ile darlık ve sekellerin geliştiği dönemdir. Günümüzde uygun antibiyotik tedavileri uygulanması ile bu aşamaya gelen olgular çok enderdir.

Erkeklerde görülen enfeksiyonlar

Erkeklerde C. trachomatis’e bağlı olarak gelişen genital enfeksiyonlar nongonokoksik ve postgonokoksik üretrit (NGÜ, PGÜ), epididimit, prostatit, proktit ve reaktif artrit olarak sıralanabilir.

Erkeklerde asemptomatik infeksiyonlar sık görülmekle birlikte, semptomatik NGÜ’lerin % 30- 50’sinden, PGÜ’lerin ise daha büyük bir bölümünden C. trachomatis sorumludur. Ayrıca gonokoksik üretriti olan erkeklerin %20 kadarından da C. trachomatis izole edilmektedir. Her iki etkenle enfekte olan erkeklerde, genellikle gonore tek doz tedavi rejimleri ile tedavi edilmekte, ancak bunlarda daha sonra postgonokoksik üretrit gelişmektedir. Semptomatik klamidyal üretritte kuluçka süresi 7-14 gün arasındadır.
Hastalarda çoğu kez beyaz veya gri renkte, bazen tamamen renksiz bir üretral akıntı ve dizüri görülen başlıca yakınmalardır. Bunlara ek olarak, idrarını tutamama, kaşıntı ve ağrılı cinsel ilişki de görülebilir. Bu belirtiler tıbbi destek gerektirmeyecek kadar hafif olabilir. Tedavi görmeyen olgularda belirtiler 1-3 ay içinde kendiliğinden geçerse de, bu kişilerin ne kadar süre ile bulaştırıcı kaldıkları bilinmemektedir.

PGÜ, akut gonore tedavisinden bir süre sonra yineleyen benzer belirtilerle kendini gösterir. Klamidyal üretritin erkeklerdeki birincil komplikasyonları epididimit, Reiter sendromunu da içine alan reaktif artrit ve cinsel ilişki yoluyla partnere bulaşırlar.

C. trachomatis 35 yaş altındaki erkeklerde epididimitin önde gelen nedenidir. Klamidyalara bağlı epididimit genellikle tek taraflıdır ve skrotal ağrı, duyarlılık, şişme ve ateş yüksekliği ile karakterizedir. Hastalığın akut döneminde oligospermi olabilirse de bu durumun infertiliteye yol açıp açmadığı kesinlik kazanmamıştır.

Bebek ve erişkinlerde C. trachomatis’in asemptomatik rektal taşıyıcılığı görülebilirse de, özellikle homoseksüel erkeklerde proktit ve proktokolitlere yol açması sık karşılaşılan bir durumdur.

Kadınlarda görülen enfeksiyonlar

Kadınlarda C. trachomatis’in yol açtığı genital infeksiyonlar yalnızca sıklıkları açısından değil, aynı zamanda hastalığın sonuçları açısından da önem taşımaktadır. İnfeksiyon için risk faktörleri toplumlara göre değişmekle birlikte, gonokoksik veya nongonokoksik üretriti olan bir erkeğin eşi olmak bu faktörlerin başında gelmektedir. Ayrıca genç yaş, çok eşlilik, erken yaşta cinsel yaşama başlanması, düşük sosyoekonomik düzey ve oral kontraseptif kullanımı da önemli risk faktörleri olarak karşımıza çıkmaktadır.

Endoservikal infeksiyonu olan kadınların %70 kadarı ya asemptomatiktir ya da vajinal akıntı, kanama, abdominal ağrı ve dizüri gibi yakınmalarla kliniğe başvururlar. C. trachomatis erişkin kadınlarda servikal kolumnar epitel hücreleri enfekte eder. Vajinit ancak puberte öncesi kızlarda görülebilir. Akut üretral sendrom ise dizüri, sık idrara gitme gibi belirtilerin yanı sıra piyüri ile kendini gösterir. C. trachomatis ayrıca bartoliniti olan kadınların Bartolin bezlerinden de izole edilebilir.

Endoservikal C. trachomatis infeksiyonu olan ve tedavi edilmeyen kadınların %40 kadarında infeksiyon üst genital yollara yayılarak önce endometrit, daha sonra da pelvik inflamatuvar hastalığa (PİH) yol açar. Akut ya da subklinik PİH’ın uzun dönem komplikasyonları tubal infertilite, ektopik gebelik ve kronik pelvik ağrılardır. Tubalarda hasara bağlı olarak infertil hale gelmiş kadınların pek çoğu geçirilmiş bir klamidyal infeksiyondan ya da PİH’dan habersizdir.

Gebe kadınlardaki yineleyen spontan abortuslar ile geçirilmiş ya da persistan klamidyal infeksiyonlar arasında bir ilişki olabileceği düşünülmektedir. Ayrıca infeksiyonlar prematürite ve erken membran rüptürü ile de ilişkili bulunmuştur. Gebelik sırasında klamidyal infeksiyonların tedavilerinin hem gebeliğin sonuçları üzerine olumlu etki yapacağı hem de yenidoğan infeksiyonlarının gelişimini önleyeceği ileri sürülmektedir.

Göz infeksiyonları

Trahom

Trahom, kronik foliküler bir keratokonjunktivit şeklinde başlayan, papiller hipertrofi ve inflamasyonla karakterize bir hastalıktır. Hastalığın endemik olarak bulunduğu bölgelerde, primer infeksiyon genellikle yaşamın ilk yıllarında 3-10 günlük bir kuluçka döneminden sonra ortaya çıkar. İlk enfeksiyon genelde spontan olarak iyileşirse de, sıklıkla tekrarlayan enfeksiyonlar şeklinde komplikasyonlar görülür ve bakteriyel süperenfeksiyonlar meydana gelir. Yıllar içinde körlük gelişebilir. Hastalığın seyri sırasında
sistemik bir belirti ya da bulgu gözlenmez.

Erişkin konjunktiviti

Erişkin bir kişide C. trachomatis’e bağlı bir inklüzyon konjuktivitinin gelişebilmesi için, kişinin, kendinin ya da eşinin genital bölgesinde bu etkeni taşıyor olması gerekmektedir. Hastalık genital bölgelerinde klamidya taşıyan bu tür kişilerin kendi kendilerini enfekte etmeleri ya da genital salgıların bulaşmış olduğu maddelerle temas etmeleri sonucunda ortaya çıkar. İnklüzyon konjunktiviti (yüzme havuzu konjunktuviti) alt göz kapağını tutan irinli ve sıklıkla keratitle birlikte olan foliküler bir konjuktivittir. Hastalık bazen aylarca sürmekle birlikte genellikle spontan olarak iyileşir.

Yenidoğan konjunktiviti

Ürogenital sistemlerinde C. trachomatis bulunan annelerden doğan bebeklerin önemli bir bölümünde doğumdan sonraki ilk birkaç hafta içinde belirti veren bir inklüzyon konjunktiviti gelişir. Enfekte olan bebeklerde etken önce konjuktivada, daha sonra da nazofarenkste saptanmaktadır.

Yenidoğanın solunum yolu infeksiyonları

C. trachomatis ile enfekte annelerden doğan bebeklerin %11-20’sinde pnömoni gelişmektedir. Enfekte olan bebeklerde belirtiler doğumdan sonraki ilk birkaç hafta içinde başlar. Klamidyal pnömoni tedavisiz bırakıldığında klinik tablo haftalarca, hatta aylarca uzayabilir. Tanı çoğu kez klinik olarak konur ve bebekler ayaktan tedavi görürler. Erken tanı ve tedavi uzun dönem sekellerinin önlenmesi yönünden son derece önemlidir.

Laboratuvar Tanı

C. trachomatis ile oluşan infeksiyonlar içinde sadece trahom uygun epidemiyolojik veriler doğrultusunda klinik olarak tanınabilir. Bunun dışında kalan klamidyal infeksiyonların tanısında laboratuvar yöntemlerine gerek vardır.

ELISA (Enzyme Linked Immunosorbent Assay), PCR (Polymerase Chain Reaction) ve DFA (Direct Immunofluorescent Antibody Test) testlerinin duyarlılığı için sürüntü örneğinin alındığı eküvyonun özelliği, alım tekniği, taşıma ve saklama koşulları son derece önemlidir. Genel bir kural olarak tahta saplı eküvyonlar kullanılmamalıdır. Pamuk ve dakron içeren eküvyonlar tercih edilmelidir. Örneğin taze olması da önemlidir. Örnekler alındıktan sonra 24 saat buzdolabında saklanabilir,daha uzun süre saklanması gerektiğinde -70 oC’de saklanmalıdır.

Sitolojik inceleme, kültür ya da antijen tespit yöntemleri için elde edilen epitelyal hücre örnekleri kazıma yöntemi ile alınmalıdır. Pürülan akıntılar epitel hücre içermediğinden uygun değildir ve örnek alınmadan önce ortamdan uzaklaştırılmalıdır.

Sürüntü örneklerinin alınması için uygun bölgeler

Trahom ve inklüzyon konjunktiviti için konjunktiva, erkekte anterior üretra (üretra içinde birkaç cm ilerlenir) kadında endoservikal kanal ya da üretradan alınır. C. trachomatis endoservikal skuama kolumnar epiteli infekte ettiği için transizyonel zon ya da serviks girişinden alınmalıdır. Vaginal eküvyonlar NAA (Nükleik Asit Amplifikasyonu) için uygun değildir. Puberte öncesi transizyonel zonun vajina bölgesinde bulunduğu unutulmamalıdır. Salpenjit olan kadınlarda örnekler fallop tüpünden ince iğne aspirasyonu ile toplanır. Endometrial örneklerde de klamidya tespit edilebilir. Rektal mukoza, nazofarenk ve boğazdan da eküvyon ile örnek alınabilir. Pnömonisi olan çocuklarda posterior nazofarenks veya boğazdan eküvyonla sürüntü örneği alınabilir; ancak entübasyon ile toplanan nazofarengeal veya trakeobronşial aspirasyon örnekleri daha uygundur. LGV için bubo akıntısı, rektal ya da üretral eküvyonla alınan sürüntü veya biyopsi örnekleri tercih edilir.

İlk idrar, erkek ve kadınlarda genitoüriner sistem enfeksiyon tanısı için en uygun olan örnektir. İlk idrar, idrarın ilk 10-30 mL’lik kısmı olmalıdır. İdeal idrar örneği sabah ilk idrarı veya son miksiyondan 2-6 saat sonra elde edilen idrardır.

Akut C. trachomatis enfeksiyonlarının tanısı için serum örnekleri tercih edilmez. Mukoz membran enfeksiyonlarına karşı immün cevap kısa süreli olup, genellikle geçirilmiş enfeksiyonlara bağlı olduğundan iki endikasyon dışında serolojik tayin anlamlı değildir. Bu iki endikasyondan biri klamidyal neonatal pnömoniyi (yüksek IgM) ve klamidyal tubal faktör infertiliteyi (yüksek IgG) içermektedir. Pıhtılı örnekler kabul edilmez.

Prospektif semen donörleri NAA testi için ilk idrar örneği için bağışta bulunabilirler. Dondurularak saklanan semen örneklerinde önceden onayı alınan NAA testinin çalışılması gerekir.

Sitolojik inceleme

Yenidoğan konjunktiviti ve trahomda, konjunktivadan alınan hücre kazıntı örneklerinden yapılan ve Giemsa ile boyanan preparatlarda tipik intrasitoplazmik inklüzyonların görülmesi ile tanı konabilir. Günümüzde bu yöntem, yorumun zor olması, duyarlılık ve özgüllüğünün de düşük olması gibi nedenlere bağlı olarak son derece sınırlı kullanılmaktadır.

Hücre kültürü

C. trachomatis enfeksiyonlarının tanısında kullanılan en güvenilir ve duyarlılığı en yüksek olan testtir. Hücre kültürünün duyarlılık ve özgüllüğü teorik olarak %100 olmakla birlikte, yöntemin uygulanmasında uyulması gereken kurallar yerine getirilmediğinde bu oran %50’lere kadar düşebilmektedir. Kültür canlı organizma varlığını doğrulayan tek yöntemdir. Antijenler, nükleik asitler veya antikorlar canlı enfeksiyöz partiküllerin yokluğunda da bulunabilir. Kültür rutinde yapılmamakla birlikte, araştırma laboratuvarlarında yapılmaktadır.

Antijen tayini

Örneklerde klamidyal antijenlerin tayini için ticari EIA (Enzyme Immunoassay) kitleri mevcuttur. Bunlar monoklonal veya poliklonal antikorları kullanarak klamidyal lipopolisakkaridleri (LPS) tayin ederler. Çoğu EIA testinde birkaç saat içerisinde sonuç alınır ve tek bir defada alınan örnek miktarı bu test için uygundur. Duyarlılık NAA ile karşılaştırıldığında %65-75 arasında değişir. Doğrulama yapılmaksızın testin özgüllüğü %97’dir. Doğrulama testlerin ilavesiyle bu oran yaklaşık %99.5’a çıkar. Diğer bir yöntem ise DFA (Direct Fluorescent Antibody) testidir. Bu testin prensibi majör dış membran proteininin (MOMP) tayini olup, LPS’e dayalı EIA’i doğrulayıcı bir testir. Monoklonal antikorların kullanıldığı bu test sayesinde smear örneklerinde elementer cisimler saptanır. DFA testi, kültür ile karşılaştırıldığında %75-85 duyarlılığa ve %98-99 özgüllüğe, NAA ile kıyaslandığında ise %70 duyarlılığa sahiptir. LPS’ye karşı monoklonal antikorlar tüm klamidyaları boyadığından LPS’nin klamidyal partikül üzerinde düzensiz dağılımı örneklerin okunmasını zorlaştıracaktır. C. trachomatis’e karşı anti-MOMP monoklonal antikorları türe spesifik olduklarından kullanılmaktadır. MOMP klamidyal partiküller üzerinde daha düzenli dağıldığından floresan kalitesi daha iyidir. Bu yöntemle 30 dakikada hızlı bir şekilde sonuç alınır. Deneyimli laboratuvar personeli gerektirmesi ve otomasyonu olmaması nedeni ile çok örnek çalışılan laboratuvarlarda DFA çalışılması uygun değildir.

Bazı hasta başı EIA kitleri geliştirilmiştir. 30 dakikada sonuç verildiğinden enfekte olguların hızlı tedavisini sağlar. NAA ile kıyaslandığında duyarlılığı %65-75, özgüllüğü ise %100’ün altındadır. Test maliyetinin düşürülmesi performansının iyileştirilmesi sağlandığında rutinde kullanılabilir.

Nükleik asit amplifikasyonu (NAA)

Örnek alımının farklılığı ve örneklerdeki çeşitli faktörlere bağlı olarak amplifikasyon reaksiyonlarının inhibisyonu nedeniyle yöntemin gerçek duyarlılığı düşüktür (%90- 96). Bu amplifikasyon yöntemlerinin klinik değerlendirilmesi sonucunda hücre kültürü ve diğer kültür dışı yöntemlere göre (mikroskop, immün yöntem ) daha duyarlı oldukları gösterilmiştir. Rutin klinik laboratuvarlarda NAA yöntemleri C. trachomatis enfeksiyonlarının tanısında seçilecek testlerin başında yer almaktadır.

Seroloji

Yenidoğan enfeksiyonları (yüksek IgM), tubal faktör infertilitesi olan olgular (yüksek IgG) ve bazen de bubo aspiratı yeterli olmayan LGV enfeksiyonları dışında klamidyal enfeksiyonların tanısı için seroloji önerilmemektedir. Serolojik testlerle elde edilen pozitiflikler genelikle geçirilmiş enfeksiyonun varlığını gösterir ama akut infeksiyon tanısında yarar sağlamaz. Ancak infeksiyonun başlangıcında ve 3-4 hafta sonra alınan serum örneklerinde antikor titreleri arasında 4 kat artışın olduğu saptanırsa aktif enfeksiyon tanısı konabilir. Erişkinlerin non-LGV suşlar ile oluşan genital sistem enfeksiyonlarında IgM ve IgG antikorlarının aktif infeksiyon tanısında değeri bulunmamaktadır.

C H L A M I D I A  T R A C H O M A T I S  İ N F E K S İ Y O N L A R I

Yüksek düzeylerde IgM antikoru genellikle hastalık ile ilişkilidir. Bebeklerde anneden gelen IgG düzeylerinin yüksek olması nedeniyle tanıda IgG antikorlarının faydası sınırlıdır. Maternal antiklamidyal antikorların kaybolması için 6-9 ay gerektiğinden, 9 aydan büyük bebeklerde IgG bakılabilir. İnklüzyon konjunktiviti olan veya pnömoni olmaksızın solunum yolunda klamidya taşıyan bebeklerde genellikle çok düşük düzeylerde IgM antikorlarına rastlanılır. Bu olgularda tek başına 32 veya daha yüksek IgM titresini görmek klamidyal pnömoni tanısını destekleyebilir. İnklüzyon immünofloresan testi, EIA, ELISA, indirekt hemaglütinasyon, nötralizasyon, presipitasyon, jel difüzyon, enzim-bağlı floresan, immünoperoksidaz ve immünoelektroforez diğer tanı yöntemleri arasında yer almaktadır.

 

Kaynaklar

1. Topçu AW, Söyletir G, Doğanay M. Klamidya infeksiyonları. İnfeksiyon hastalıkları ve Mikrobiyolojisi 2002:1411-1425

2. Chernesky MA. The laboratory diagnosis of C. trachomatis infections. Can J Infect Dis Med Microbiol, 2005; 16(1):39-44

3. Jones RB, Batteiger BE. C. trachomatis in Mandell, Douglas and Bennet’s Principles and Practices of Infectious Diseases, 2000:1989-2004

4. Ustaçelebi Ş. Klamidyaların moleküler ve biyolojik özellikleri. 1. Ulusal Chlamidia infeksiyonları simpozyumu bildirileri. Türk Mikrobiyoloji Cemiyeti yayını No:23, İstanbul, 1995:2-9.

5. Serter D. C. trachomatis infeksiyonlarında klinik belirtiler. Cinsel temasla bulaşan hastalıklar (Eds: Ağaçfidan A, Anğ Ö), Türk Mikrobiyoloji Cemiyeti yayını No:35, İstanbul, 1999:117-124.

6. Ryan GM, Abdella TN, Mc Nelly Sg et al. C. trachomatis infection in pregnancy and effect of treatment on outcome. Am J Obstet Gynecol. 1990;162:34-39

7. Stary A. Diagnosis of genital C. trachomatis infections. Proceedings of the fourth meeting of the European society for Chlamydia research. (Ed: saikku P) Helsinki-Finland, August 20-23,2000:69-72

8. Sellors JW, Walter SD, Howar M. A new visual indicator of chlamydia cervicitis. Sex Transm Inf 2000; 76:46-48

9. Wisniewski CA, White JA, Michel CEC et al. Optimal method of collection of first void urine for diagnosis of C. trachomatis infection in men. J of Clin Microbiol. 2008:1466-1469

10. Kropp RY, Carmino CL, Steben M et al. What’s new in management of sexually transmitted infections? Canadian Guidelines on sexually transmitted infections, 2006 editions 53, 2007;1739-1741

PROKALSİTONİN

Yazı Boyutunu Değiştirebilirsiniz

Prokalsitonin (PCT) klinik açıdan bakteriyel enfeksiyonlar ve sepsis tanısı için yenilikçi ve son derece özel bir belirteçtir. Prokalsitonin (PCT) doğru zamanda etkili bir tedaviyi yönlendirip, gereksiz zaman kaybını önleyerek erken tanı konulmasında yardımcı olur.

 

 

PROKALSİTONİN: BAKTERİYEL ENFEKSİYONLAR VE SEPSİS TANISINDA ÖNEMLİ BİR PARAMETRE

Prokalsitonin (PCT), 116 aminoasitten oluşan 13 kD molekül ağırlığında, tiroid bezinde üretilen kalsitoninin prekürsörü bir proteindir. Kalsitonin, tiroid bezinin C hücrelerinde spesifik proteolitik enzimler tarafından prokalsitoninden üretilir. Prokalsitonin ve kalsitonin sentezi preprokalsitonin adı verilen 141 aminoasitli proteinin transkripsiyonu ile başlar. Preprokalsitoninin endoplazmik retikulumda degrade olması ile prokalsitonin oluşur. Daha ileri proteoliz ile kalsitonin prokalsitoninden ayrılır. Prokalsitonin parçalanır ve dolaşıma salınmaz. Bu nedenle sağlıklı kişilerde prokalsitonin düzeyi 0.1 ng/mL’nin altındadır. Sitokin ve endotoksinler, son proteolitik basamağı inhibe ederler ve prokalsitonin parçalanamaz ve dolaşıma salınır (1). Prokalsitonin septik hastalarda plazma kalsitonin düzeyi artmaksızın yükselir. Tiroidektomili hastalarda kalsitonine benzer immun reaktivite kalsitonin prekürsörlerinin tiroid dokusu dışında da üretimini düşündürmektedir. Sepsisde prokalsitoninin asıl üretim yeri bilinmemekle beraber karaciğer veya akciğerdeki nöroendokrin hücreler olası üretim yerleridir (1). Bakteriyel ve viral enfeksiyonlarda vücutta meydana gelen sistemik değişiklikler “akut faz yanıtı” olarak tanımlanmakta olup, metabolik, endokrinolojik, nörolojik ve immünolojik olayları içerir. Klinikte akut faz yanıtı olarak en sık bakılan parametreler lökosit sayısı, mutlak nötrofil sayısı, çomak sayısı ve oranı, eritrosit sedimantasyon hızı (ESR) ve serum C-reaktif protein (CRP)’dir. Son yıllarda bakteriyel ve viral enfeksiyonların ayırıcı tanısında serum PCT düzeyinin faydalı olabileceği bildirilmektedir (2). Sağlıklı bireylerde, az miktarda bakteriyel endotoksin enjeksiyonu PCT yapımını uyarır. Prokalsitonin düzeyi 2-3 saat sonra ölçülebilecek düzeye yükselir, 6-8 saat içinde hızla artarak 12 saatte en yüksek düzeye erişir. Oniki saat süreyle de yaklaşık aynı düzeyde kalır. Sonraki iki gün içerisinde ise normal düzeyine iner. PCT’nin yarı ömrü yaklaşık olarak 20-24 saat arasında değişmektedir (3). Yapılan çalışmalar, bakteri endotoksininin (lipopolisakkarit-LPS) PCT’nin üretimini sağlayan en güçlü uyaran olduğunu ortaya koymuştur (4). Bunun yanısıra TNF-α, IL-6 ve IL-2’nin de PCT yapımını uyardığı saptanmıştır. Sıcak çarpması, akut yanıklar, yenidoğan dönemi ve ağır travma sonrasında, bakteriyel endotoksin olmaksızın PCT’nin yükselmesi bunu desteklemektedir (5).

Viral, otoimmün, onkolojik hastalıklar, lokal ve sınırlı enfeksiyonlar ise PCT artışına yol açmazlar(4). Bu nedenle, PCT en çok bakteriyel ve bakteriyel olmayan hastalıkların ayırıcı tanısında kullanılmaktadır. Bakteriyal enfeksiyonların yaygınlığı ve şiddeti ile kuvvetli bir ilişki gösterir. Bunun yanısıra, ciddi bir sistemik enflamasyona yol açan mantar enfeksiyonlarında da serum PCT düzeyi yüksek bulunmuştur. Diğer taraftan, viral enfeksiyonlar sırasında artan interferon gamma (INF-γ) PCT üretimini baskılar. Buna bağlı olarak viral ve bakteriyel enfeksiyonların ayırımında kullanılır. Klinikte ilk 48 saat içinde seri PCT ölçümleri antibiyotik tedavisine başlama kararının verilmesinde önemli bir gösterge olarak kabul edilmektedir (6).

Otoimmun hastalığı olan kişilerde ateş atakları ile enfeksiyon ataklarının ayırıcı tanısında kullanılabilinir. Enfeksiyon ataklarında PCT yüksek seyretmesine rağmen otoimmun hastalık alevlenmesinde normal düzeylerde kalmaktadır (7). PFAPA (Periodic Fever, Aphthous Stomatitis, Pharyngitis, Adenitis) sendromunda ataklar sırasında PCT değerinin normal kaldığı saptanmıştır (8). Yenidoğanlarda PCT, bakteriyel enfeksiyon tanısının konup, tedaviye hızla başlanması için prognostik açıdan oldukça önemlidir. Bu hastalarda sıklıkla enfeksiyona ait özgül belirtiler yoktur. Tanı laboratuvar sonuçlarıyla desteklenmelidir. Bu dönemde bakteriyel enfeksiyonları saptamada lökosit sayısının tanıya katkısı sınırlı olmakta, CRP’nin tek başına bir gösterge olarak kullanılması da özellikle koagülaz negatif stafilokokkal enfeksiyonların erken tanısında yeterli olmamaktadır. Yenidoğanda ilk iki gün PCT düzeyi fizyolojik olarak yüksek saptanmakta
üçüncü günden sonra yetişkin düzeyine inmektedir (9,10). Prematürelik PCT yanıtını etkilememektedir (11). Prokalsitoninin bu özellikleri nedeniyle yenidoğan çağında, hatta ilk günlerde bakteriyel enfeksiyonların ayırıcı tanısında önemli bir parametredir.
Klinik araştırmalarda yenidoğanda erken dönemdeki (ilk 2 gün) bakteriyel enfeksiyonların tanısında PCT yanıtının duyarlılığının %92.6, özgüllüğünün ise %97.5, geç bakteriyel enfeksiyonlarda ise (3-30 gün) duyarlılığın ve özgüllüğün % 100 olduğu bildirilmiştir(12). Yenidoğanlarda bakteriyel enfeksiyonun erken tanısında PCT’nin, CRP’den daha duyarlı olduğu saptanmıştır.

 

KLİNİK UYGULAMALARDA PCT’NİN KULLANIMI

Sepsisin erken tanısı ve ciddiyetinin erken saptanması

Sistemik enfeksiyonların tanısı

Normal sağlıklı bireylerde PCT düzeyleri ölçülemeyecek kadar düşüktür. Serum PCT düzeyinin 0.5 ng/mL üzerine çıkması sistemik enflamasyon ile seyreden akut bir enfeksiyon göstergesi olabilir. Lokal enfeksiyonlarda serum PCT düzeylerinde değişiklik olmaz veya çok hafif artabilir.

Hastalığın prognozu ve tedaviye yanıtın izlenmesi

Ardışık PCT ölçümleri, yaşamı tehdit eden kritik bakteriyel enfeksiyonların seyrini değerlendirmede ve tedaviye yanıtı izlemede yararlıdır. Serum PCT düzeyinin yüksek seyretmesi hastalığın aktif dönemde olduğunu, aksine PCT düzeyinin düşmeye başlaması tedavinin etkin veya enfeksiyonun iyileşme dönemine girdiğini gösterir.

Enflamatuvar hastalıkların ve nedeni bilinmeyen ateşin ayırıcı tanısı

  • Çocuklarda bakteriyel ve viral akut menenjitin ayırıcı tanısında
  • Akut bakteriyel pankreatiti steril nekrozdan ayırıcı tanıda
  • Biliyer pankreatiti toksik etyolojiden erken dönemde ayırt etmede
  • Bakteriyel-viral menenjitlerin ayrımında
  • Akut solunum yetmezliğine yol açan bakteriyel durumların ayırıcı tanısında
  • İmmün yetmezliği veya otoimmün hastalığı olan ateş bulgusu bulunan bireylerde bakteriyel bir enfeksiyon tanısının konulmasında

  • Transplantasyonlu hastalarda akut organ rejeksiyonu ile bakteriyel enfeksiyonun ayırıcı tanısında
  • Akut respiratuvar distres sendromunda etyolojiyi ayırt etmede

Diğer nedenler

  • İmmunosüprese hastaların ve kemoterapi sonrasında nötropenili hastaların takibinde
  • Onkoloji hastalarında tümör lizisi veya kemoterapinin neden olduğu ateşin infeksiyöz etyolojiden ayrımında.
  • Postoperatif bakteriyel veya septik infeksiyöz komplikasyonların erken saptanmasında
  • Peritonitte, nonspesifik abdominal semptomların bulunduğu hastalık takibinde

Uzun süre yoğun bakımda kalan hastaların bakteriyel enfeksiyon açısından takibinde Prokalsitonin düzeyi kullanılır.

SİSTEMİK ENFEKSİYONLARDA PCT ALGORİTMASI

PCT≤0.5 ng/mL: Sistemik enfeksiyon (sepsis) muhtemelen yoktur. Lokal bakteriyel enfeksiyon olabilir. Ciddi bir sistemik enfeksiyona karşı progresyon riski çok düşüktür. 0.5 ng/mL altındaki PCT değerleri enfeksiyonu tümüyle ekarte etmez. Çünkü sistemik bulgular göstermeyen lokal enfeksiyonlar böyle düşük değerde PCT düzeyleri ile seyredebilir. Serum PCT düzeyi olası bir bakteriyel enfeksiyon gelişimi esnasında çok erken evrede bakılır ise (6-24 saat sonra tekrar ölçüm yapılarak PCT düzeylerindeki olası artışlar değerlendirilebilir.

 

 

0.5ng/mL≤PCT Sepsis olasılığı olmakla birlikte sistemik bakteriyel enfeksiyon dışında başka nedenler de PCT’yi indükleyebilir. Ciddi bir sistemik enfeksiyona progresyon açısından orta düzeyde bir risk içerir. Hasta 6-24 saat içerisinde PCT açısından tekrar değerlendirilmelidir.

2 ng/mL≤PCT PCT yüksekliğine yol açabilecek diğer nedenler bulunmuyorsa sistemik enfeksiyon olması muhtemeldir. Ciddi sepsise doğru progresyon olasılığı yüksektir.

PCT≥10 ng/mL: Büyük bir olasılıkla ciddi bakteriyel enfeksiyon veya septik şoka bağlı olarak önemli sistemik enflamatuvar cevabı gösterir.

Sonuç olarak prokalsitonin sistemik bakteriyel enfeksiyonların ve hasta için yaşamsal tehdit oluşturan sepsisin erken tanısında ve tedavinin izlenmesinde son derece yararlı ve hayat kurtarıcı bir parametredir.

KAYNAKLAR

1. Ertuğrul Ö., Ertuğrul M.B. Prokalsitonin ve İnfeksiyon. Klimik Dergisi.2005;18:2;59-62.

2. Chris-Crain M et al. Proceed. 25th Int. Congress of Intensive Care and Emergency Medicine (ISICEM), Brussels 2005.

3. Becker KL, Nylen ES, Cohen R, Snider RH. Calcitonin: Structure, molecular biology, and actions. Principles of Bone Biology. Academic Press Inc.1996; 1: 471-474.

4. Carrol ED, Thomson APJ, Hart CA. Procalcitonin as a marker of sepsis. International Journal of Antimicrobial Agents. 2002; 20: 1-9.

5. Meisner M. Procalcitonin (PCT): A new, innovative infection parameter biochemical and clinical aspects. 3th ed. Georg Thieme Verlog. 2000: 1-196

6. Yoshihara T, Imamura T, Yokoi K, Shibata M, Kano G, Osone S, et al. Potential use of procalcitonin concentrations as a diagnostic marker of the PFAPA syndrome. Eur J Pediatr 2007; 166: 621–622.

7.
 Franz AR, Kron M, Pohlandt F, Steinbach G. Comparison of procalcitonin with interleukin 8, C-reactive protein and differential white blood cell count for the early diagnosis of bacterial infections in newborn infants.
Pediatr İnfect Dis J 1999; 18: 666-71.

8.
 Elsammak M, Hanna H, Ghazal A, Edeen FB, Kandil M. Pediatr Infect Dis J. 2006 Feb;25(2):174-176.

9.
 Monneret G, Labaune JM, Isaac C, Putet G, Bienvenu J. Procalcitonin and C-reactive protein levels in neonatal infections. Acta Paediatr 1997; 86: 209-12.

10.
 Chiase C, Pacifico L, Mancuso G, Panro A. Procalcitonin in pediatrics: owerview and challange. Infection 1998; 26: 232-241.

11.
 DaSilva O, Hammerberg O. Diagnostic value of leucocyte indices in late neonatal sepsis. Pediatr İnfect Dis J 1994; 13: 409-11.

12.
 Gendrel D, Raymond J, Assicot M, et al. Measerement of procalcitonin levels in children with bacterial or viral meningitis. Clin Infect Dis 1997; 24: 1240-1242.

KROMOGRANİN A

Yazı Boyutunu Değiştirebilirsiniz

Kromogranin A (CgA), Nöroendokrin tümörler için en spesifik ve güvenilir tümör belirtecidir. Plazma Kromogranin A (CgA) düzeyi feokromositoma, karsinoid tümörler, pankreatik adacık hücreli tümör, medüller tiroid kanseri, küçük hücreli akciğer kanseri ve daha bir çok Nöroendokrin Tümör’de yükselmektedir.

KROMOGRANİN A

Nöroendokrin tümörler; vücudun çoğu organ ve dokusundan oluşan, heterojen kanserlerdir ve küçük hücreli akciğer kanseri gibi agresif tümörleri, karsinoid tümörler gibi düşük büyüme hızlı tümörleri ya da orta agresifl ikteki çeşitli kanserleri kapsarlar. Bir Nöroendokrin tümör (NET)’den süphelenildiğinde, klasik klinik semptomlar oluşabilir. Fakat NET’lerin büyük çoğunluğu hiç spesifik semptom göstermez. Bu nedenle biyokimyasal tanı büyük önem taşır. Geçtiğimiz on yılda, dolaşan çeşitli peptidlerin radioimmunoenzimatik ölçümlerinin validasyonu ile NET’ lerin klinik farkındalığı ve tanısı artmıştır. Bununla beraber NET’in rölatif düşük insidansı ve ölçülebilir çok sayıda hormonun varlığında, klinisyenler ölçülebilir değişkenlerin klinik değerini ve maliyetetkinliğini bilmeye gereksinim duymaktadır. Bir glikoprotein olan Kromogranin A (CgA) insanda üzerinde en çok çalışılan granindir. CgA’ nın nöroendokrin dokuda her yerde bulunması ve peptid hormonlarla birlikte salgılanması, onu nöroendokrin fenotipli tümörler için en spesifik belirteç yapar (1). Plazma CgA düzeyi feokromositoma, karsinoid tümörler, pankreatik adacık hücreli tümör, medüller tiroid kanseri, küçük hücreli akciğer kanseri ve daha bir çok NET’de yükselir ve CgA’ nın serum üzeyinin ölçülmesi NET’ li hastaların takibinde ileriye dönük çok büyük bir adımdır. CgA; ilk kez 1965 yılında Banks ve Helle tarafından tanımlanmıştır, (2) 48 kDa moleküler ağırlığında, 439 amino asitden oluşmuş bir asidik proteindir ve çeşitli endokrin ve nöroendokrin sistemlerin normal veya neoplastik hücreleri tarafından eksprese edilir. CgA, adrenal medulladaki depo granüllerinden katekolaminlerle birlikte ya da hipokalsemiye yanıt olarak paratiroid bezinden parathormon ile birlikte salgılanır.

CgA’ nın moleküler KROMOGRANİN A Kromogranin A (CgA), Nöroendokrin tümörler için en spesifik ve güvenilir tümör belirtecidir. Plazma Kromogranin A (CgA) düzeyi feokromositoma , karsinoid tümörler, pankreatik adacık hücreli tümör, medüller tiroid kanseri, küçük hücreli akciğer kanseri ve daha bir çok Nöroendokrin Tümör’de yükselmektedir. yapısı incelendiğinde 2 kısımdan oluştuğu görülür. C terminal alan dimertetramer dengenin sağlanmasında önemlidir, N-terminal alan ise dimer formundadır ve hızlı ayrılmadan sorumludur. Pro-hormon olarak sentezlenen CgA, depolandığı granüllerde çeşitli proteazlar tarafından N-terminalinde bulunan peptidden başlayan bir sinyal ile spesifik ayrılmaya uğrar. Yapısındaki, özellikle C-terminal bölgesinde bulunan çift bazik amino asit alanları, spesifik proteazların potansiyel proteolitik alanlarını oluşturur. N- terminalinde bulunan 17 ve 38. iki sistein amino asit rezidüsü arasındaki disülfid köprüsü, CgA ile ilişkili çeşitli biyolojik aktivitelerde yol göstericidir. CgA’nın posttranslasyonel modifikasyonunda O-glikolizasyon, fosforilasyon ve sülfasyon önemli biyolojik olaylardır (3).

CgA ve türevlerinin önemli fizyolojik görevleri vardır. CgA’nın dokuya spesifik proteazlar ile ayrılması ile oluşan başlıca biyolojik aktif peptidler; Katestatin, Pankreastatin, Vasostatin 1 ve Vasostatin 2 dir.

KROMOGRANİN A VE TÜREVİ PEPTİDLERİN GÖREVLERİ:

1- İnflamasyonda bakterisidal ve antifungal aktivite

2- Kardiyovasküler reaksiyonlarda inhibitör düzenleyici etki (vazodilatasyon, negatif inotropik etki)

3- İmmunite ve enerji metabolizmasının düzenlenmesi

4- Kalsiyum düzeyinin dengelenmesi

5- Apoptozisin indüklenmesi

6- Hücre adezyonu CgA; tüm nöroendokrin hücrelerde yaygın bulunuşu nedeniyle, bu hücreler için genel bir belirteçtir ve CgA düzeyinin çeşitli hormon sekrete eden ya da etmeyen NET’lerde yükseldiği yapılan çok sayıda çalışma ile gösterilmiştir ve NET’lerin tanısı ve evrelemesi tümör belirteci olarak serum CgA’ nın ölçülebilmesi sayesinde önemli derecede gelişmiştir. Bu nedenle CgA’ nın NET’lerin tanısı ve takibinde kullanımı bir çok dernek tarafından; Europian Neuroendocrine
Tumor Society (ENETS), UK and Ireland Neuroendocrine Tumour Society (UKINETS), North American Neuroendocrine Tumor Society (NANETS) önerilmektedir (4,5,6,7,8)

CgA’nın düzeyi hücre tipine ve hücrede bulunan sekretuar granüllerin sayısına bağlıdır ve ekzositozis ile fizyolojik olarak salınır ve gastro-entero-pancreatic nöroendokrin tümörlerde (GEP-NET), feokromositomada, karsinoid tümörlerde, tiroid
medüller kanserde, paratiroid adenomda, nöroblastomda, küçük hücreli akciğer kanserinde, bronkopulmoner NET’lerde, MEN 1 sendromunda ve daha bir çok NET’de kanda tümör belirteci olarak saptanır. CgA’nın NET’lerde spesifitesi %68-100
arasındadır ve sensitivitesi gastrinomada (%100), feokromositomada (%80), karsinoid tümörde (%69) seviyelerindedir. CgA’nın düzeyi tümörün büyüklüğü ve metastazın varlığı ile de ilişkilidir. Metastazlı hastalarda CgA sensitivitesi %60-100 arasındadır
ve 100-1000 kat yüksek CgA düzeyleri saptanır (9). ENETS 2012 yılında yayınladığı konsensüs kılavuzunda; her tür orijinli NET’le ilişkili serum belirteci olarak CgA’ nın son derece önemli ve duyarlı bir tümör belirteci olduğunu belirtmekte
ve tedaviye cevabın değerlendirilmesi ve karaciğer metastazlı hastaların takibinde de kullanılmasını önermektedir (10).

Benzer şekilde NANETS; NET’lerin tanısı için yayınladığı Konsensüs Klavuzunda; gastrik karsinoid tümörlerin tanısında ve somatostatin anologlarıyla tedavinin takibinde CgA’nın ölçülmesini önermiş ve tedaviyle CgA düzeyinin azaldığını ve bunun
tümör kitlesinin küçüldüğünün ve tümör hücrelerinden salınımının ve hormonal sentezdeki değişikliğin göstergesi olduğunu vurgulamıştır. Yine aynı kılavuzda feokrositomada CgA’nın sensitivitesinin %95, spesifitesinin %96 olduğu belirtilmiştir (7).

Günümüzde CgA ‘nın ölçümünde bir çok ticari kit mevcuttur. Son zamanlarda tam otomasyon sistemde, TRACE (Time-Resolved Amplified Crtptate Emission) teknolojisini kullanan İmmunofl oresan ölçüm kiti de geliştirilmiştir. Bu metod kullanılarak
yapılan 229 NET’li hastada; feokromositomada sensitivite %100, GEPNET’li grupta sensitivite %94 olarak bulunmuştur (11). Burada önemli nokta; değişik metodlar ve kitler arasında önemli farklılıklar olduğu için, takip ölçümlerinin aynı laboratuvarda, ya
da en azından aynı metod ve reaktif ölçülmesi gerektiğidir (10).

CgA’nın açlık ve tokluk düzeylerinde istatistiksel olarak önemli fark yoktur. Aynı zamanda, sağlıklı bireylerde, CgA’nın serum konsantrasyonlarında gün içinde ya da günler arasında önemli fark bulunmamıştır. Bu durum, CgA’nın güvenilir bir tümör
belirteci olarak kullanılabilmesi için önemlidir (12). CgA ölçümleri serumda yapılmalıdır. Kan alımından sonra hemen ölçüm yapılamayacaksa serum analize kadar -20 C˚de saklanmalıdır.

CgA ölçümünde dikkat edilmesi gerekli diğer iki durum; ilaç kullanımı ve NET dışı CgA artışlarıdır. Başlıca iki grup ilaç kullanımı CgA düzeyinde belirgin yükselmeye neden olmaktadır. Bunlar proton pompa inhibitörleri ve histamin H2–reseptör blokürleridir.
Bu nedenle bu grup ilaçların CgA ölçümünden yaklaşık iki hafta önce kesilmesi önerilmektedir. Böbrek ve karaciğer gibi bazı organ disfonksiyonları da CgA düzeyinde önemli ölçüde yükselmeye neden olur. Böbrek yetmezliğinde, CgA sistematik
olarak artar ve son dönem böbrek hastalarında en yüksek düzeylere ulaşır. CgA’da orta ya da hafif derecede artışa neden olan diğer patolojik durumlar; akut koroner sendrom, kalp yetmezliği, sistemik romatoid artrit ve hipertiroidizmdir (9).

Sonuç olarak Kromogranin A, tüm nöroendokrin tümörlerin tanısında ve tedavinin, hastalığın progresyonu ve regresyonunun izlenmesinde ve de rekürrenslerin saptanmasında güvenilir, en iyi serum tümör belirtecidir ve tüm nöroendokrin tümör
derneklerince kullanımı önerilmektedir.

KAYNAKLAR

1. M. Stivanello, A. Berruti, M.Torta A.Termine, M.Tampellini, G. Gorzegno, A. Angeli &l. Dogliotti. Circulating Chromogranin A in the assessment of patient with neuroendocrine tumours. A single institution experience. Annals of Oncology 12( Supp.2) : S73-S77,2001

2. Ines Totzauer . Werner Amselgruber . Fred Sinowatz, Manfr ed Gratzl. Early expression of chromogranin A and tyrosine hydroxylase during prenatal development of the bovine adrenal gland. Anat Embryo1 (1995) 191 : 139-143

3.
 Tota B, Quintieri AM, Di Felice V, Cerra MC. New biological aspects of Chromogranin Aderived peptides: Focus on vasostatins. Comp Biochem Physiol A Mol Integr Physiol 2007;147:11-8.

4. Svenja Nölting, Axel Kuttner, Michael Lauseker , Michael Vogaser et all. Chromogranin A as Serum Marker for Gastroenteropancreatic Neuroendocrine Tumors :A single Center Experience and Literatüre Review Cancers 2012, 4(1), 141-155

5. Ahmed, A; Turner, G; King, B; Jones, L; et al. Midgut neuroendocrine tumours with liver Metastases: Results of the UKINETS study. Endocr. Relat. Cancer 2009 ,16, 885-894

6.
 O’Toole, D.; Grossman, A.; Gross, D.; Delle Fave, G.; Barkmanova, J.; O’Connor,J.; Pape, U.F.; Plockinger, U. ENETS consensus guidelines for the standards of care in neuroendocrine tumors: Biochemical markers. Neuroendocrinology 2009, 90, 194-202.

7. Vinik, A.I.; Woltering, E.A.; Warner, R.R.; Caplin, M.; O’Doriso, T.M.; Wiseman, G.A.; Coppola, D.; Go, V.L. NANETS consensus guidelines for the diagnosis of neuroendocrine tumor. Pancreas 2010, 39, 713-734.

8. Lawrence, B.; Gustafsson, B.I.; Kidd,M.; Pavel.M.; Svejda,B.; Modlin, I.M. Th e clinical relevance of chromogranin A as a biomarker for gastroentropancreatic neuroendocrine tumors. Endocrinol. Metab. Clin. North Am. 2011,40,111-134

9. Glinicki P1, Jeske W. Chromogranin A (CgA)–the infl uence of various factors in vivo and in vitro, and existing disorders on it’s concentration in blood. Endokrynol Pol. 2010 Jul-Aug;61(4):384-387.

10. ENETS Consensus Guidelines. Neuroendocrinology 2012;95:74–176

11. Theodora Popovici, Baptiste Moreira, Marie-Helene-Schlageter, Phuong-Nhi Bories. Automated two-site immunofl uorescent assay for the measurement of serum chromogranin A. Clinical Biochemistry 47(2014) 87-91

12. Lise Pedersen, Mads Nybo Preanalytical factors of importance for Chromogranin A. Clinica Chimica Acta. 436(2014) 41-44

SELENYUM

SELENYUM

Yüksek konsantrasyonları toksik olan selenyum, eser element olarak vücut için esansiyeldir. Vücudumuzda bir çok enzimin kofaktörüdür ve temel olarak antioksidan fonksiyonuyla bilinir. Selenyumun bazı kanser tiplerine karşı koruyucu olabileceği, erkek fertilitesini artırdığı, kardiyovasküler mortalitede azalma sağladığı ve astımda inflamatuar mediatörlerin yapımını baskıladığı gösterilmiştir (1).

SELENYUM

Selenyum adı, eski Yunanda ay tanrıçası Selene’ den gelmektedir. 1800’ lerin başında modern kimyanın kurucularından olarak nitelendirilen İsveçli Jöns Jakob Berzelius tarafından ilk kez keşfedilmiştir. Ancak bir asır sonra eser element olarak fonksiyonları tanımlanmaya başlanmıştır (2). Periyodik cetvelde 34. Sırada bulunmaktadır ve atom ağırlığı 78.96’ dır.

Selenyum insan sağlığı için önemli ve gerekli olan esansiyel eser elementlerden biridir. Özellikle E vitamini ile birleştiğinde antioksidan olarak çalışır ve hücre yapısına zarar veren serbest radikallere karşı koruma sağlar. İnsanlarda organizmayı oksidatif hasarlardan koruyan glutatyon peroksidazların, deiyodinazların, tiyoredoksin redüktazın ve selenoprotein P’ nin de dahil olduğu pek çok metabolizmada rol oynamaktadır. Selenyum, iz element olarak inflamatuar, immunregülatuar ve endokrin
fonksiyonların düzenlenmesi için hem yapısal ve hem de kofaktör olarak rol alır. Vücudumuzda bulunan serbest radikaller hücre yapısı dışında DNA’ya zarar verebilir, kalp hastalıkları ve kanser türleri dahil olmak üzere çeşitli hastalıklara zemin hazırlar. Selenyum gibi antioksidanlar serbest radikalleri nötralize ederek zararlarını en az düzeyde tutar (3).

Selenyum organik (Selenometiyonin ve Selenosistein) ve inorganik (Selenat ve Selenit) olmak üzere iki formda bulunur (4). Hayvan ve insan dokularındaki selenyumun büyük çoğunluğu selenometiyonin formundadır. İskelet kası total selenyum miktarının yaklaşık %28 ile %40’ a varan bölümünü içermesiyle selenyum depolanmasının major bölümünü oluşturur (5).

Selenyum durumunun çok sıklıkla kullanılan göstergesi plazma ve serum konsantrasyonlarının ölçümüdür. Serum ve idrar selenyum konsantrasyonları son günlerde alınan selenyum miktarını yansıtır. Bir ya da daha fazla selenoproteinlerin (Glutatyon peroksidaz ve selenoprotein P gibi) miktar ölçümü de selenyum durumunun fonksiyonel ölçümü olarak kullanılır (5).

SELENYUM KAYNAKLARI

Selenyum, hayvan dokularında proteinle birleştiğinden et, et ürünleri ve balık en güvenilir kaynaklardır. Arpa, buğday gibi tahıl ve tohumlar da yetiştiği toprağın selenyum içeriğine bağlı olarak çeşitli miktarlarda selenyum içermektedir. Karaciğer, pekmez, süt ve süt ürünleri, yumurta, tereyağı, mantar, sarımsak, soğan, kırmızı biber, lahana, brokoli gibi yeşil yapraklı sebzeler ve tavuk eti bol miktarda selenyum içeren besinler arasındadır.

SELENYUM FONSİYONLARI

Selenyum birçok besinde doğal olarak ve vitamin takviyesi şeklinde preparatlarda bulunabilir. Biyolojik etkilerini yapısında yer aldığı selenosistein aminoasidini içeren selenoproteinler yoluyla gösterir. Bu etkiler; üreme, tiroid hormonu metabolizması, DNA sentezi, enfeksiyon ve oksidatif hasarın önlenmesi şeklinde sıralanabilir (3). Selenyum ilk araştırmalarda antikarsinojenik etkileri ile ilgi çekmiştir. Daha sonra 1990’lı yıllarda tiroid hormon metabolizması üzerindeki etkileri araştırılmaya başlanmıştır.
Selenyum ile ilgili yapılan çalışmalar arttıkça, dünyada ve Türkiye’de uzun yıllardır devam eden iyot suplementasyonu yanında, sağlıklı ve bilinen tiroid patolojisi olan kişilere, özellikle gebelere selenyum suplemantasyonu yapılıp yapılmaması gerektiği giderek artan sorular arasındadır (1).

 

SELENYUM EKSİKLİĞİ

Çin’in bazı bölgelerinde görülen ve kardiyomiyopatiye yol açan Keshan Hastalığı ile osteoartrite yol açan Kashin-Beck Hastalığı dışında Se eksikliği bildirilmemiştir (7).

SELENYUM TOKSİSİTESİ

Selenyum yüksek dozlarda alındığında toksiktir. Sülfoproteinlerin yapısındaki sülfürler yer değiştirerek enzimlerin, özellikle de solunum enzimlerinin inhibisyonuna yol açar (7)

ÇEŞİTLİ HASTALIKLARDA SELENYUMUN ROLÜ

SELENYUM VE KANSER

Çeşitli deneysel modellerde Selenyumun tümörogenezi inhibe ettiği gösterilmiştir (8). Yapılan hayvan modeli çalışmalarının üçte ikisinde selenyum eklenmesi ile tümör insidansında düşme gösterilmiştir. Selenyum’un in vitro olarak insan prostat kanser hücrelerinin büyümesini durdurduğu, temel içeriği Selenyum olan selenoproteinlerinin bazı transgenik fare modeli ve insan prostat kanser hücrelerinde baskılandığı ve ayrıca insanlarda oral alınan Selenyum’un selektif olarak prostat dokusu tarafından tutulduğunun gösterilmesi dikkatleri Selenyum üzerine çekmiştir (9). Anti oksidan etkisi, immün fonksiyonları arttırması, apopitozisi indüklemesi, hücre proliferasyonunu inhibe etmesi, karsinojen metabolizmasını değiştirmesi, yüksek Selenyum varlığında metabolitlerinin hücre toksisitesini sağlaması ve testosteron üretimini baskılaması gibi Selenyum’un antikanserojenik etkisini açıklamada ileri sürülen çok sayıda potansiyel mekanizma vardır (10-11). Kanser önleyici modellerde
Selenyumun biyoaktif formu metilselenol kullanılmaktadır (12). Epidemiyolojik çalışmalar gastrointestinal ve Prostat kanserini de içeren bazı kanserler ile Selenyum miktarı arasında ters bir ilişki olduğunu göstermektedir (13).

SELENYUM VE TİROİD

İlk kez 1987’de Goyens ve arkadaşları tarafından Afrika’nın endemik guatr bölgesinde kretenizmli çocuklarda serum selenyum ve glutatyon peroksidaz düzeylerinin düşük olduğu saptanarak bu çocuklarda toksik oksijen hasarının ve selenyum eksikliğinin tiroid bezi destrüksiyonuna yol açabileceği belirtilmiştir (14). Türkiye’den Aydın K. ve ark. tarafından yapılan bir çalışmada endemik guatr bölgesinde iyot ve selenyum eksikliğine bağlı olarak önemli oranda guatr bulunduğu, tiroid fonksiyonlarının olumsuz yönde etkilendiği, iyot ve Se desteği yapılması gerektiği sonucuna varılmıştır (15).

SELENYUM VE VİRAL ENFEKSİYONLAR

Selenyum eksikliği İnfluenza, HIV ve Coxsackie virus gibi viral enfeksiyonların artmış insidansı, virulansı ve hastalığın seyri ile ilişkilendirilmiştir (16).

SELENYUM VE BAĞIŞIKLIK SİSTEMİ

Yeterli selenyum tüketimi birçok yönden bağışıklık sisteminin fonksiyonları için esansiyeldir. Mc Kenzie ve arkadaşları selenyum eksikliğinin bazı spesifik yollardan immünite hücrelerinin etkinliğini baskıladığını göstermişlerdir.
Birçok ek çalışmalar da artmış selenyum alımının bağışıklık sistemini güçlendirdiği görülmüştür (17).

 

SELENYUM VE ASTIM

Yapılan çalışmalarda, astımlı hastaların kan selenyum düzeylerinin düşük olduğu gözlenmiştir. Hamilelikte selenyumdan fakir beslenmenin bebekte selenyum eksikliğine yol açtığı ve kan selenyum düzeyleri düşük doğan çocuklarda ileride daha fazla astım geliştiği görülmüştür (18,19).

KAYNAKLAR

1.  Türk Jem 2010; 14: 76-9

2.
 Köhrle J. Eser element selenyum ve tiroid bezi. Biochimie 1999;81:527-33.

3.
 Sunde RA. Selenyum. İçinde: Ross AC, Caballero B, Cousins ​​RJ, Tucker KL, Ziegler TR, eds. Sağlıkta ve Hastalıkta Modern Beslenme. 11. baskı. Philadelphia, Pensilvanya: Lippincott Williams & Wilkins; 2012:225-37

4.  Sunde RA. Selenyum. İçinde: Bowman B, Russell R, eds. Beslenme Konusunda Mevcut Bilgiler. 9. baskı. Washington, DC: Uluslararası Yaşam Bilimleri Enstitüsü;2006:480-97

5.
 Terry EN, Diamond AM. Selenyum. İçinde: Erdman JW, McDonald IA, Zeisel SH, eds. Beslenme Konusunda Mevcut Bilgiler. 10. baskı. Washington, DC: Wiley-Blackwell; 2012:568-87

6.  Tıp Enstitüsü Gıda ve Beslenme Kurulu. Diyet Referans Alımları: C Vitamini, E Vitamini, Selenyum ve Karotenoidler. National Academy Press, Washington, DC, 2000.

7. Biyokimya, 2.Baskı, Figen Gürdöl Evin Ademoğlu

8.  Nakamura A, Shirai T, Takahashi S, Ogawa K, Hirose M, Ito N. 3,2′-dimetil-4-aminobifenilin başlattığı oran prostat karsinogenezinde doğal olarak oluşan antioksidanlar tarafından modifikasyon eksikliği. Kanser Lett. 1991:58;241-6.

9.  Calvo A, Xiao N, Kang J, Best CJ, Leiva I, Emmert-Buck MR, ve diğerleri. Prostat kanseri ilerlemesi sırasında gen ekspresyon profillerindeki değişiklikler: fare ve insan tümörlerinde tümör oluşumu ve selenoprotein-P’nin aşağı regülasyonu ile fonksiyonel korelasyonlar. Kanser Arş. 2002:62;5325-35.

10.  Redman C, Scott JA, Baines AT, Basye JL, Clark LC, Calley C, ve diğerleri. Selenometiyoninin seçilmiş üç insan tümör hücre hattının büyümesi üzerindeki inhibitör etkisi. Kanser Lett. 1998:125;103-10.

11.  Thompson HJ, Wilson A, Lu J, Singh M, Jiang C, Upadhyay P, ve diğerleri. Organik ve inorganik selenyum formunun meme karsinomu hücre dizisi üzerindeki etkilerinin karşılaştırılması. Karsinojenez 1994:15;183-6.

12.  Ip C, Thompson HJ, Zhu Z, Ganther HE. Metilseleninik asidin in vitro ve in vivo çalışmaları: monometillenmiş bir selenyum metabolitinin kanserin kemoprevensiyonu için kritik olduğuna dair kanıt. Kanser Arş. 2000:60;2882-6

13.  Li JY, Taylor PR, Li B, Dawsey S, Wang GQ, Ershow AG, ve diğerleri. Linxian, Çin’de beslenme müdahalesi denemeleri: özofagus displazisi olan yetişkinler arasında çoklu vitamin / mineral takviyesi, kanser insidansı ve hastalığa özgü ölüm oranı. J Natl Kanser Enstitüsü 1993:85;1492-8.

14.  Goyens P, Golstein J, Nsombola B, Vis H, Dumont JE. Miksoedematöz endemik kretinizmin patogenezinde olası bir faktör olarak selenyum eksikliği. Acta Endocrinol 1987;114:497-502.

15. Aydın K, Kendirci M, Karaküçük Eİ, Kırış A, Muhtaroğlu S, Tutuş A, Kurtoğlu S. Bir endemik guatr bölgesindeki 7-12 yaş grubu ilkokul çocuklarında tiroid volümleri, tiroid fonksiyonları, iyot ve selenyum düzeyleri. Türk Pediatri Arşivi 1998;33:205-10.

16.  Selenyum, bağışıklık fonksiyonu ve viral enfeksiyonlara karşı direnç Harsharn GILL ve Glen WALKER Temel Endüstriler Departmanı, Werribee Merkezi, Werribee, Victoria, Avustralya. Trition & Diyetetik 2008; 65 (Ek 3): S41–S47

17.  Avrupa Klinik Beslenme Dergisi (2004) 58, 391–402 & 2004 Nature Publishing Group Tüm hakları saklıdır 0954-3007/04

18.  Devereux ve diğerleri; Clin Exp Alerji 2007

19. Koçyiğit et al; Biol Trace Elem Res 2004

 

CMV İNFEKSİYONLARININ TANISI

Yazı Boyutunu Değiştirebilirsiniz

CMV infeksiyonu normal bireylerde genellikle klinik belirti vermeden geçirilir. Primer infeksiyon sonrası virus vücutta latent olarak kalır, immun sistemde zayıflama halinde replike olmaya başlar. CMV, aynı zamanda en sık görülen konjenital infeksiyon nedenidir. Bu nedenlerle özellikle immunsuprese hastalarda ve gebelerde CMV infeksiyonlarının laboratuvar tanısı önem taşımaktadır. Laboratuvar tanı için geliştirilmiş yöntemler arasında serolojik yöntemlerle özgül antikorların saptanması, moleküler testlerle viral nükleik asitlerin saptanması, CMV antijenemi testi yer almaktadır. Kantitatif PCR ile viral yük saptanması, tanıda olduğu kadar tedaviye yanıtın takibinde de oldukça duyarlı ve hızlı sonuç veren bir yöntemdir.

CMV İNFEKSİYONLARININ TANISI

Sitomegaloviruslar (CMV) (Human Herpes Virus 5=HHV 5) herpesvirus ailesinin beta herpes virus grubunda bulunurlar.

CMV infeksiyonu tüm dünyada yaygın olup, genellikle çocukluk ve genç erişkin yaş grubunda geçirilmektedir. Bu viruslar insandan insana yayılıp latent (sessiz) infeksiyonlara neden olurlar. (1,2)

CMV‘yi çevreleyen zarf, glikoproteinlerden oluşur. Nötralizan antikorlar bu glikoproteinleri hedef alır. Zarf ve iç kapsid proteinleri konağın hücresel yanıtının hedefini oluştururlar. Bu proteinlerin en önemlisi pp65‘dir. Yapısal pp65 ve pp150 proteinleri ciddi immun yanıta yol açar. CMV konağı infekte ettiğinde olgun CMV pp65 proteini virionla taşınır. Böylelikle viral proteinler sentez edilmeden konağın bağışıklık sistemince tanınır. pp65 en çok yapılan proteindir. CMV ile infekte hücrelerin sitoplazmasında biriken bulaşıcılık özelliği olmayan cisimciklerin önemli bir bölümü pp65‘dir. (3)

CMV tipik nükleer ve sitoplazmik inklüzyon cisimcikleri oluşturur. CMV infeksiyonunda sitomegalik inklüzyon cisimcikleri çok önemli göstergelerdir. Bunlar genişlemiş hücreler olup baykuş gözüne benzerler. Ancak aktif infeksiyon sırasında bu hücrelere rastlanmayabilir. (3)

EPİDEMİYOLOJİ (1,2)

  • CMV‘nin tek rezervuarı insandır.
  • İnfekte kişilerde virus orofarinks salgıları, idrar, servikal ve vaginal salgılar, semen, anne sütü, gözyaşı, dışkı ve kanda bulunur.
  • Primer infeksiyondan sonra uzun süreli ve aralıklı virus ekskresyonu, duyarlı toplum içinde yayılmaya neden olur.
  • CMV infeksiyonu endemiktir, kötü sosyoekonomik koşullar yüksek infeksiyon oranlarına sebep olur.
  • Kötü hijyen koşulları yanında toplum içi yakın temas da infeksiyon için yüksek risk oluşturmaktadır.
  • Ülkemizde CMV infeksiyonu yaygın olarak bulunmaktadır.

CMV’NİN OLUŞTURDUĞU HASTALIKLAR VE KLİNİK BULGULAR (1,2)

CMV infeksiyonu: Klinik belirti ya da organ hasarı olmaksızın dokuda veya vücut sıvısında CMV‘nin aktif replikasyonunun gösterilmesi (3).

CMV viremisi: İnfeksiyöz virüsün çevre kanında lökositler içinde taşınmas (3).

CMV hastalığı: CMV infeksiyonu ile birlikte klinik belirti ve/veya organ hasarı olması (3).

Klinik belirtiler: Kırıklık, ateş, lökopeni, atipik lenfositoz, trombositopeni, hafif-orta derecede serum aminotransferaz düzeyinde artış (1,2,3).

Organ hasarı: En sık gelişen CMV hastalığı pnömonidir. %30-50 oranında ölüm riski vardır. Daha nadiren yaygın olarak sindirim kanalında ülserler ve retinit görülebilir (1,2,3).

NORMAL KONAKTA

  • Genellikle klinik belirti vermez.
  • Nadiren ateş, kas ağrıları, nonspesifik şikayetler ve servikal lenfadenopatiyle seyreden mononükleozis sendromuna yol açabilir.
  • Mononükleozis sendromu görülen olguların %8‘inden CMV sorumludur.
  • Olguların çok az bir kısmında hepatit, Guillain-Barre Sendromu, aseptik menenjit ve otoantikorlarla ilişkili bazı immünolojik bozukluklar görülebilir.
  • Hastalık kısa sürede kendiliğinden iyileşir, fakat vücut sıvılarından (idrar, kan ,tükrük, semen, servikal sekresyon ve süt) virus salgılanması uzun süre devam eder.
  • CMV, infekte vücut sıvılarından bulaşır (aynı ortamda yaşayanlar ya da çocuk yuvalarında infekte sıvılara temas eden ellerden ağıza bulaşması ile).
  • CMV infeksiyonu kişi asemptomatik olsa da CMV bulaştırabilir.
  • Primer infeksiyon sonrası virus vücutta latent olarak kalmakta ve viral replikasyon immun sistem tarafından kontrol altında tutulmaktadır.
  • Vücutta bir hasar ya da hastalığa yol açmadan latent kalan virus, immun sistemde zayıflama halinde replike olmaya başlamaktadır.

KONJENİTAL İNFEKSİYON

CMV en sık görülen konjenital infeksiyon nedenidir. İntrauterin infeksiyonda en önemli risk annenin primer veya rekürren (tekrarlayan) infeksiyonudur. Gebelik esnasında geçirilen primer CMV infeksiyonu % 35-50 oranında fetusun infeksiyonu ile sonlanır. Bu annelerden %8-10 oranında klinik olarak belirti veren bebek doğmaktadır. Rekürren infeksiyonda fetal infeksiyon riski %0.2-2 oranındadır. Bu bebeklerde hepatosplenomegali, trombositopeni, peteşiler, mikrosefali, koryoretinit ve hepatit ile karakterize tablolar görülmektedir. Klinik tablonun ağırlığı bebeği infekte eden virusun miktarı, virulansı ve gebeliğin dönemi ile ilişkilidir. İlk trimesterdeki infeksiyonlar fetusu daha yüksek oranda etkilemektedir, buna karşın son trimesterdeki infeksiyonlarda bebekte
daha fazla harabiyet oluşmaktadır. Nörolojik harabiyet kalıcıdır ve yaşamın ileri dönemlerinde sekellerle ortaya çıkar. En sık çeşitli derecelerde işitme kaybı görülmektedir. Koryoretinit de bir diğer geç nörolojik sekeldir. Konjenital infeksiyonda mortalite %11-20 arasındadır. CMV ile konjenital infekte bebeklerde virusun replikasyonu, klinik tablodan bağımsız olarak devam eder. Doğum sırasında veya neonatal dönemde infekte olan bebeklerin vücut sıvılarında yıllarca çok miktarda virus bulunur. Bu da infeksiyonun yayılması açısından önemlidir.

ORGAN ALICILARINDAKİ İNFEKSİYONLAR

Bu grup olgularda transplantasyon sonrası dönemde CMV infeksiyonunu etkileyen faktörler; hastanın ve vericinin serolojik durumu, uygulanan immunosupresyonun derecesi ve tipi, allograft kaynağı, alıcı ve vericinin HLA uyumu ile kullanılan kan ürünü miktarı ve cinsidir. CMV infeksiyonu transplantasyon sonrası dönemde en sık sorun olan infeksiyondur. Hastalığın belirtileri uygulanan immunsupresyonun derecesi ile ilişkilidir. Seropozitif donörden organ alan seronegatif olgular primer infeksiyon riski taşırlar ve yüksek viremi düzeyleri ile seyreden ağır hastalık tablosu oluştururlar. Bu olgularda infeksiyon kaynağı sıklıkla nakledilen organdır. Seropozitif alıcılarda transplantasyon sonrasında immun sistemin baskılanması CMV replikasyonunun artmasına
ve aktif infeksiyona yol açmaktadır. (Reaktivasyon veya reinfeksiyon) Virus kan yolu ile (viremi) yayılarak çeşitli organlara ulaşmakta ve bu organlarda direkt invazyon yaparak hasara neden olmaktadır. (pnömoni, ensefalit, enterokolit, retinit gibi) Virusun immunosupresif etkisine bağlı olarak CMV ile birlikte diğer fırsatçı infeksiyonların gelişme olasılığı da fazladır. Seronegatif vericiden organ alan seronegatif alıcılarda %0-20 oranında primer CMV infeksiyonu bildirilmiştir. Bu grup olgularda kullanılan kan ürünlerindeki lökositler infeksiyon kaynağını oluşturmaktadır. Lökosit içermeyen veya lökosit içeriği azaltılmış kan ürünleri kullanımı ile infeksiyon riski azaltılabilmektedir. Böbrek transplantlı olgularda CMV infeksiyonu glomerulopati yapması nedeniyle greft ömrünü kısaltmaktadır. Karaciğer transplantasyonunda ise CMV infeksiyonu safra kanalı stenozuna neden olmaktadır. Solid organ transplantasyonundan sonra gelişen CMV infeksiyonunda klinik tablo; üç günden fazla süren nedeni saptanamayan ateş, lökopeni, trombositopeni, atipik lenfositoz, transaminazlarda yükselme ile karakterizedir. Perfore olan ağır gastrointestinal infeksiyonlar, hepatit ve pnömoni yaşamı tehdit edebilir.

KEMİK İLİĞİ (Kİ) ALICILARINDAKİ İNFEKSİYONLAR

CMV‘nin allojenik Kİ alıcılarındaki infeksiyonları hem yüksek mortalitesi, hem de graft versus host hastalığı (GVHH) ile ilişkisi nedeniyle büyük önem taşımaktadır. Otolog Kİ transplantasyonu yapılan olgular ise solid organ transplantasyonu olguları kadar risk taşırlar. Allojenik Kİ alıcılarında CMV infeksiyonu %30-70 oranında görülür ve bu hastalarda en çok ölüme neden olan infeksiyondur. Seronegatif vericiden seronegatif alıcıya yapılan Kİ transplantasyonlarında CMV infeksiyonunun kaynağı kullanılan kan ürünleridir. Bu grup hastalarda taranmış ve lökosit içeriği azaltılmış ürünlerin kullanılması gerekmektedir. GVHH ile birlikte en sık görülen infeksiyon CMV pnömonisidir. Kİ transplantasyonundan sonra CMV‘ye bağlı en sık görülen infeksiyon CMV pnömonisidir. Sinsi ilerleyen interstisyel pnömoni şeklinde dir, sıklıkla ikinci ayda görülür. Tedavi uygulanmazsa mortalitesi %80 kadardır. Kİ alıcılarında CMV ile gastrointestinal tutulum da sıklıkla görülür.

HIV İLE İNFEKTE HASTALARDAKİ İNFEKSİYONLAR

CMV, HIV ile infekte kişilerde fırsatçı bir infeksiyon etkeni olmasının yanısıra, HIV infeksiyonunun doğal seyrini bozmakta ve AIDS‘e geçişi hızlandıran bir faktör olmaktadır.

CD4+ hücre sayısı 50/mm³‘ün altında olanlarda CMV insidansı artmaktadır.

HIV ile infekte olgularda CMV her sistemi tutabilir. En sık gastrointestinal sistem, akciğer ve merkezi sinir sistemi tutulumu görülür. Retina tutulumu sonucu bilateral retinit hemoraji ve dekolman komplikasyonları ile tam görme kaybına yol açar.

HIV ile enfekte olgularda CMV ensefaliti de görülebilir.

CMV İNFEKSİYONLARININ LABORATUVAR TANISI (1,2,4,5)

1- Serolojik yöntemlerle özgül antikorların saptanması

Esas olarak ELISA temelli testlerle serumda IgM ve IgG türü özgül antikorlar saptanabilir. CMV IgM antikoru aktif infeksiyonun gösterilmesinde önemlidir. Ancak primer infeksiyondan sonra uzun bir dönem IgM pozitifliği saptanabilir. Bunun yanında IgM sınıfı antikorlar primer infeksiyon ve reaktivasyonlarda pozitif saptanabilmektedir. Virusun gB, pp150 ve pp52 proteinleri ile HSV, EBV ve HHV-6‘nın homolog proteinleri arasında çapraz reaksiyonlar gösterilmiştir.

2- Virusun izolasyonu (Hücre Kültürü)

Primer insan ve şempanze embriyonik fibroblast (deri ve akciğer) hücrelerinde üreyebilir. Viral replikasyon sitopatik etkinin gözlenmesi ile değerlendirilir.

Kültür, altın standart yöntem olarak değerini korumaktadır. Kültürün negatif olarak değerlendirilebilmesi için 28. güne kadar beklenmesi gerektiğinden erken tanıda faydalı olamamaktadır. Viral kültürün hızlı formu olan Shell vial yöntemi ile 24 saat içinde viral replikasyon saptanabilmektedir.

3- Viral nükleik asitlerin saptanması (Kalitatif ve kantitatif PCR ile DNA tayini)

CMV infeksiyonlarının tanısında viral nükleik asit saptamaya yönelik moleküler testler son yıllarda daha çok kullanılmaya başlanmıştır. Moleküler testler CMV infeksiyonunu saptamada antijenemi testi ve hücre kültürlerinden daha duyarlıdır ve CMV infeksiyonunu daha erken dönemde saptayabilmektedir. Viral nükleik asidin amplifiye edildiği PCR yöntemiyle klinik örneklerde (kan, idrar, BOS, BAL, amniyon sıvısı ve oküler sıvılar gibi) viral DNA veya virusa ait mRNA dizileri çoğaltılarak saptanabilmektedir.

PCR yönteminin yüksek duyarlılığı nedeniyle seropozitif kişilerde latent virusun saptanmasına yol açabileceği göz önünde bulundurulmalıdır. Bu nedenle kantitatif PCR ile viral yük izleminin daha doğru bir yaklaşım olduğu belirtilmektedir. Kantitatif PCR ile ayrıca tedaviye yanıt da takip edilebilmektedir. CMV hastalığı gelişenlerde gelişmeyenlere göre viral yük artışının daha fazla olduğu, tedavi başlananlarda viral yükün azalarak belirli bir süre sonunda negatifleştiği belirtilmektedir.

4- Viral proteinlerin saptanması (CMV antijenemi testi)

Bronkoalveoler lavaj (BAL) sıvısı, periferik kan polimorfonükleer lökositler (PMNL) gibi örneklerde monoklonal antikorlar kullanılarak virusun pp65 proteinini araştıran testlerdir. PMNL‘lerde pp65‘in gösterilmesi ‚‘CMV antijenemi testi‘‘ olarak adlandırılır ve viral yükü göstermesi nedeniyle özellikle organ transplantasyonu olgularında invaziv hastalık göstergesi olarak kullanılmaktadır. CMV antijenemi testi solid organ ve kemik iliği transplant alıcıları ve HIV ile infekte hastaların kan lökositlerinde CMV‘nin saptanması ve kantite edilmesi için yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu hastalarda antiviral tedavi etkinliğinin değerlendirilmesi ve preemptif tedavi başlanmasında da yardımcıdır. CMV antijenemi testi; PMNL‘lerde CMV‘nin alt matriks proteini olan fosfoprotein (pp) 65‘i saptamaya yönelik hızlı ve kantitatif sonuç veren bir testtir. Sonuçlar pozitif hücre sayısının incelenen toplam PMNL sayısına oranı şeklinde verilmektedir. Antijenemi testinin duyarlılığı hücre kültürlerinden daha yüksektir ve CMV infeksiyonunu daha erken dönemde saptayabilmektedir. Yüksek antijenemi düzeyleri hastalık gelişimi göstergesidir. Düşük antijenemi düzeyleri genellikle asemptomatik infeksiyon ile ilişkilidir.

ÖZEL GRUPLARDA CMV İNFEKSİYONLARININ TANISI (1,2,4,5)

1- İmmünokompetan erişkinler

Primer infeksiyonun tanısı özgül IgM yanıtı veya serokonversiyonun gösterilmesine dayanmaktadır. Primer infeksiyon sonrası IgM pozitifliği 16-20 hafta sürebilir. Nadir olarak reaktivasyonlarda da IgM pozitifliği saptanabilir.

2- Konjenital infeksiyon

Tanı için yaşamın ilk iki haftasında alınan örneklerde virus ekskresyonunun veya viral nükleik asitlerin gösterilmesi intrauterin infeksiyon tanısında önemlidir. Perinatal infeksiyon tanısı için 4. haftadan sonra başlayan virus ekskresyonunun gösterilmesi gerekir. Virus kültürü için idrar veya tükrük kullanılır. Kordon kanında IgM türü antikorların saptanması da oldukça duyarlıdır. Fakat kordon kanında romatoid faktörün fazla miktarda bulunması yalancı pozitifliklere yol açtığından sonuçların
değerlendirilmesinde güçlük yaratabilir. Konjenital infeksiyon tanısı için idrarda sitomegalik hücrelerin gösterilmesinden de yararlanılmaktadır. CMV IgM antikorları plasentadan geçmediğinden aktif infeksiyonun gösterilmesinde önemlidir.

CMV IgG Avidite Testi: Özellikle gebelik sırasında serokonversiyon net bir biçimde gösterilemiyorsa (CMV IgG ve / veya IgM pozitif bulunan gebelerde) infeksiyon başlangıç tarihini daha net olarak belirleyebilmek için CMV IgG avidite testi yapılır. Avidite, infeksiyon süresi boyunca progresif olarak artar. Yüksek avidite tesbiti 3 aydan daha uzun bir süre önceye dayanan primer infeksiyonu gösterir.

3- Organ transplantasyonu alıcıları

Bu hasta grubunda serolojik testlerin kullanımı transplantasyon öncesi donör ve alıcının serolojik durumlarının belirlenmesi ile sınırlıdır. Serolojik testler invaziv hastalık ve infeksiyonu ayırmada yetersiz kalmaktadır. IgM türü antikorların saptanması aktif infeksiyonu göstermede yetersiz kalmaktadır; çünkü birçok hastada transplantasyon sonrası invaziv hastalık olmadan da IgM pozitifliği görülebilmektedir. Hatta ağır immünosupresyon nedeniyle invaziv hastalık varlığında IgM yanıtı görülmeyebilir.
Transplantasyon sonrası birçok hastada virus ekskresyonu görüldüğünden idrar veya tükrükte virusun gösterilmesi anlamsızdır. Fakat klinik örneklerde (BAL, biyopsi örnekleri, kan) virusun gösterilmesi invaziv hastalığı işaret eder. Transplantasyon sonrası klinik açıdan önemli CMV infeksiyonu, viremi ve/veya organ tutulumu ile karakterizedir. Bu nedenle aktif CMV infeksiyonu tanısı en iyi olarak kanda veya ilgili organda hızlı, duyarlı ve özgül testlerle gösterilmesi ile konur. Kantitatif sonuç veren testlerin kullanılması önerilmektedir. Böylelikle tedaviye yanıt ve direncin izlenmesi de mümkün olabilmektedir. Antijenemi testi viral yük artışını da gösterdiği için hastalık riskinin belirlenmesinde çok yardımcıdır. Ayrıca kantitatif uygulanan PCR yöntemi tanıda ve tedavinin takibinde değer taşımaktadır.

4-HIV pozitif olgular

İnvaziv hastalık tanısı için biyopsi örneklerinde virusun gösterilmesi gereklidir. Antijenemi testi hastalık riskini belirlemede yardımcıdır.

 

KAYNAKLAR

1. Bilgiç Altınay, Özacar Tijen. İnsan Sitomegalovirusu. Ustaçelebi Şemsettin Temel ve Klinik Mikrobiyoloji Kitabında. sf. 835

2.
 Hodinka Richard L. İnsan Sitomegalovirusu. In Murray PR, Baron ES, Jorgensen JH, Manual of Clinical Microbiology, 9. baskı, Cilt 2. sf. 1549-1563

3.
 Erkan Arpacı, Sevgi Kalayoğlu Beşışık. Hemapoetik kök hücre nakli ve Sitomegalovirus İnfeksiyonu:Değişen klinik, tanı ve tedavi; İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Dergisi, Cilt 70, Sayı 2, sf. 051-055 2007

4.
 Çolak D, Cytomegalovirus. Ağaçfidan A, Badur S, Türkoğlu S. İnfeksiyon Hastalıklarının Laboratuvar Tanısında Moleküler Yöntemler Kitabında.İstanbul: MGG As Matbaası 2002:161-171

5.
 Dilek Çolak. CMV İnfeksiyonlarının Klinik Mikrobiyolojik Tanısı,Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi AD, Antalya, KLİMİK 2003 XI. Türk Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları Kongresi, www.klimikdergisi.org/
sayilar/69/257-260.pdf

KİSTİK EKİNOKOKKOZUN SEROLOJİK TANISI

Yazı Boyutunu Değiştirebilirsiniz

Dünyada E. granulosus’un neden olduğu kist hidatik hastalığı, özellikle tüm Akdeniz ülkelerinde, bazı Avrupa ülkelerinde, Latin Amerika’da, Afrika’da ve Türkiye’de halen endemiktir. Etkensel tanıdaki zorluklar Kistik Ekinokokkoz (CE) tanısında serolojik testlerin önemini arttırmıştır. Kistik ekinokoz tanısında IHA yönteminin kolay uygulanabilir olması, kısa süre içinde sonuç vermesi nedeniyle sıklıkla kullanılmaktadır. Özellikle karaciğer yerleşimli Kistik Ekinokokkoz olgularının tanısında, İmmun Floresan Antikor (IFA) testinin duyarlılığının yapılan çalışmalarda yüksek olması nedeniyle tercih edilebileceği bildirilmektedir. Kist sıvısından izole edilen proteinlerin membrana transferi ile geliştirilen Western Blot (WB) yöntemi ise Kistik Ekinokokkoz olgularında daha kesin tanı koymakla birlikte, hastaların prognozunu belirlemede ve takipte diğer testlere göre daha üstündür.

 

KİSTİK EKİNOKOKKOZ (KİST HİDATİK) SEROLOJİK TANI

İnsan ekinokokların içinde en sık görülen Echinococcus granulosus, (E.g) kist hidatik hastalığın etkeni olan bir sestoddur. Echinococcus granulosus’un gebe halkaları ve yumurtaları ana konak köpeğin dışkısı ile dışarı atılır. İnsan veya doğal ara konak olan
hayvanlar tarafından (koyun, keçi, domuz, deve vb), sindirim veya solunum yoluyla alınır. Bu yumurtalar duedenomda açılır. Barsak duvarından girerek kan dolaşımına geçer ve değişik doku ve organlarda tutunur. En sık yerleştiği organ karaciğer (%50 – %70) başta olmak üzere akciğer (%20 – %30), dalak, böbrek, beyin, kemik, kalp gibi değişik organlara (<%10) yerleşir ve yerleştiği organa göre değişik klinik tablolar oluşturur (1,2).

E. multilocularis, alveolar ekinokokun, E. vogeli polikistik ekinokokun, E. oligarthrus ise çok nadir görülen ekinokok etkenleridir (1).

Dünyada E. granulosus’un neden olduğu kist hidatik hastalığı, özellikle tüm Akdeniz ülkelerinde, bazı Avrupa ülkelerinde, Latin Amerika’da, Afrika’da ve Türkiye’de halen endemiktir (1). Hayvancılığın yaygın olduğu ülkemizde, yapılan çalışmaların verilerine
göre Kistik Ekinokokkozun ortalama seroprevelansı %2.75- %38.57 oranında bildirilmiştir. Mortalite hızı ise %2-4 arasında değişmektedir (3).

E. granulosus’un bulaşma yolları:

1- Enfekte dışkının gıda veya suya bulaşarak sindirim yoluyla alınması.

2- Enfekte toprak veya kumlarla oynayan çoçukların, kirli ellerle oral yoldan alması.

3-
 Köpek tüylerine bulaşmış kistlerin okşanarak eller ile ağıza götürülmesi ile bulaşma.

4-
 Enfekte dışkının toza karışması ile ağız veya solunum yoluyla bulaşma (4,5).

 

Kistik Ekinokokkoz (CE) Tanısı Klinik Bulgular

K.C’e yerleştiği zaman abdominal ağrı, batında dolgunluk hissi, safra kanalı tıkanıklığı oluşturur.

A.C’e yerleştiği zaman göğüs ağrısı, öksürük, hemoptizi oluşturur.

Kist sıvısı dışarı sızması ile ateş, ürtiker, eozinofili, hipotansiyon, anaflaktik şok tablosuna neden olur (1).

Radyolojik Bulgular

Ultrasound, CT, MR da kistik yapıların görülmesi (1)

Kistik Ekinokokkozun parazitolojik tanısı

Ameliyat veya ince iğne biyopsisi gibi yollarla elde edilen kist sıvılarında, kroşe ve skolekslerin makroskopik ve mikroskopik incelenmesi (6).

Casoni cilt testi

İlk kez 1912 yılında Casoni tarafından kullanılan, intradermal uygulanan bu cilt testi, Kistik Ekinokokkoz hastalarda %56-65 oranıda pozitif bulunmaktadır. Günümüzde terk edilen bu test kişiyi duyarlı hale getirebilir ve bu kişi sonraki serolojik testlerde yalancı pozitif yanıt verebilir (2).

Kistik Ekinokokkoz (CE) Serolojik Tanısı

CE hastalığın tanısında, kiste ponksiyon yapılarak etkensel tanı gerçekleştirilebilir. Ancak bu işlemden sonra sızabilecek kist sıvısının, anaflaktik şoka veya kist dışına çıkabilecek protoskolekslerin sekonder kist oluşturma riskleri vardır. Etkensel tanıdaki zorluklar CE serolojik tanının önemini arttırmıştır (7).

Belirgin bir klinik tablonun olmaması ve yukarıdaki nedenlerden dolayı araştırmacılar serolojik testlere yönelmişlerdir.

Serolojik testlerin kullanım amaçları

1- Hasta olgularını saptamak

2- Asemptomatik kist taşıyıcılarını belirlemek

3- Toplumdaki yaygınlığını ve varsa kontrol programlarının etkinliğini göstermek (8). E.g, B hücre aktivasyonuna yol açarak IgG, IgM, IgA ve IgE antikor oluşumuna yol açmaktadır. Bu antikor sınıflarından hangisinin ilk oluştuğu tam olarak bilinmese
de IgG antikor yanıtı, IgM, IgA yanıtlarına göre daha sık görülmektedir. A.C. kist hidatikli hastalarda cerrahi rezeksiyon sonrası IgM antikor düzeyleri 4-6 ay içinde, K.C. kist hidatiklerde ise 12 ay içinde normale dönerken, IgG tipi antikorlar serumda daha uzun süre yüksek düzeyde kalmaktadır. IgE tipi antikorlar ise antiparaziter immun yanıtta rol oynayan antikorlardır (5).

Serolojik Tanısı kullanılan Testler

1- İndirekt hemaglütinasyon (IHA) testi:

E. granulosusa karşı oluşan antikorları total olarak saptayan, mikroplaklarda eritrosit aglütinasyonunun değerlendirildiği bir testtir. Antijen ile kaplı koyun eritrositleri hasta serumu ile karşılaşınca çökmekte ve 1:160 titrenin üzeri pozitif olarak değerlendirilmektedir. Duyarlılığı çeşitli çalışmalara göre %80-94, özgüllüğü %90-95 arasında değişmektedir. Kistin lokalizasyonuna göre antikor yanıtının değişikliği, A.C kistlerinde bu serolojik testin duyarlılığının azaldığı bildirilmektedir (9).

2- İndirekt floresan antikor (IFA) testi:

E. granulosusa karşı oluşan IgM ve IgG tipi antikorla rını saptar. Biochip slide alanında kaplı E.g larvaları ile flurosceinle işaretli IgM veya IgG antikorları reaksiyona girer, yeşil floresan verir ve floresan mikroskopta görünür hale gelir. (Şekil 2) 1:100 titrenin
üzeri pozitif olarak değerlendirilmektedir. Duyarlılığı çeşitli çalışmalara göre %52-93, özgüllüğü %90-95 arasında değişmektedir. KC yerleşimli kistlerde duyarlılık %90, AC ise %81 olarak bulunmuştur. Sınır değerlerin diğer yöntemlerle doğrulanması gerektiği bildirilmektedir (7).

3- Enzim-Linked İmmunosorbent Assay (ELISA) testi:

E. granulosusa karşı oluşan IgG tipi antikorları saptar. ELISA plakalarındaki E.g antijeni ile kaplı kuyucuklarda, antikor varlığında renk oluşumu gözlenir. Oluşan rengin şiddeti IgG antikor konsantrasyonu ile doğru orantilıdır. Duyarlılığı çeşitli çalışmalara
göre %72-76, özgüllüğü %86-100 arasında değişmektedir. Kullanılan ekinokok antijenlerinin saflaştırılmasındaki sorunlar nedeniyle duyarlılığı daha düşüktür. Bu test özellikle cysticercosisi olan hastalarda çapraz reaksiyon verdiği bildirilmektedir (10).

4- Western blot (WB) testi:

E. granulosusa karşı oluşan IgG tipi antikorları saptar. Kist sıvısından izole edilen proteinlerin membrana transferi ile WB yöntemi geliştirilmiştir. WB plaklarındaki stripler, nonspesifik antijen p 39, spesifik çapraz reaksiyona neden olan p24/26 ve p16/18 ve
E.g spesifik p7 antijenlerini içerir. (Şekil 3) Enfeksiyondan sonra ilk saptanabilir düzeye ulaşan antikorlardan biri nonspesifik antijen p 39’a karşı oluşan antikorlardır. Kist hidatik olgularında görülmekle birlikte, diğer paraziter hastalıklarda özellikle nörosistiserkoziste Taneia solium tarafından bu bant pozitif olarak saptanır. E.g.kist sıvısında bulunan diğer antijenlerden p24/26 ve p16/18 antijeni, kist hidatik olgularında görülmekle birlikte; sıklıkla E. multilocuraris ve Schistosoma enfeksiyonlarında bu bantlar çapraz reaksiyon nedeniyle pozitif olarak saptanır.

  • Kist hidatikte en spesifik bant, p7 bandıdır ve bu bant pozitif olduğunda serolojik tanıyı koydurur.
  • P7 bandı opere olan ve olmayan hastalarda aktif enfeksiyon açısından önemli bir antijendir.
  • P7 bandı özellikle opere olmuş hastalarda, hastayı izlemek adına önemli bir antijendir.
  • P7 bandı özellikle opere olmamış hastalarda, medikal tedaviyi izlemek adına önemli bir antijendir.

WB tekniği hastaların prognozunu belirlemede diğer serolojik testlere göre daha güvenilir bir yöntemdir (11).

 

Kist hidatik enfeksiyonların tanısında kullanılan serolojik testlerde yalancı pozitif sonuçlar (8)

  • Paraziter enfeksiyonlar (Taneia solium, Taneia saginata, Hynenolepsis nana, Ascaris lumbricoides, Enterobius vermicularis, Fasiola hepatica, Schistosoma mansoni, Toxocara canis, Toxoplasma gondii, Trichinella spiralis, Oncocerca volvolus, Plasmodıum)
  • Kanser (Hodgkin hastalığı, lenfoma, lösemi, multiple myelom, A.C kanseri, hepatosellüler karsinom)
  • Kronik hastalıklar (Tbc, siroz, kollajen doku hastalıkları)

 Kist hidatik enfeksiyonların tanısında kullanılan seroljik testlerde yalancı negatif sonuçlar

  • K.C. dışı organlarda yerleşim (A.C.,dalak, beyin, vb)
  • Kalsifiye ölü kistler
  • Çok az antijen bulunması

Serolojik tanıyı etkileyen faktörler

  • Kullanılan testlerin duyarlılıkları ve özgüllükleri
  • Hastanın antikor yanıt
  • Enfeksiyonun lokalizasyonu

Seroljik tanıda kullanılan testlerin duyarlılık ve özgüllükleri kullanılan antijenin özelliklerine, antijenin elde edildiği konağa, hastanın antikor yanıtına, seçilen yönteme göre değiştiği bildirilmiştir. Kistik ekinokoz tanısında IHA yönteminin kolay uygulanabilir
olması, kısa süre içinde sonuç vermesi ve pahalı laboratuvar gereçleri gerektirmemesi nedeniyle sıklıkla kullanılmaktadır. Özellikle karaciğer yerleşimli Kistik Ekinokokkoz olgularının tanısında, Immun Floresan Antikor (IFA) testinin duyarlılığının
yapılan çalışmalarda yüksek olduğu, kolay uygulanabilir olması, kısa sürede sonuç vermesi nedeniyle tercih edilebileceği bildirilmektedir. Kistik Ekinokokkoz olgularında WB ise daha kesin tanı koymakla birlikte, hastaların prognozunu belirlemede
ve takipte diğer testlere göre daha üstündür.

WB testinde saptanan p7 bantının pozitifliği, aktif enfeksiyonun ve post-op hastaları izlemede önemli bir belirteçtir (12). Sonuç olarak kist hidatik enfeksiyonların serolojik tanısında bir tek testin kullanımı özellikle düşük titrelerde yetersiz kalabilmektedir. Bu
nedenle en az iki testin birlikte kullanılmasının daha güvenilir olacağı, mümkünse bunlardan bir tanesinin WB ile kombinasyonu, duyarlılığı daha çok arttırdığı bilinmekte ve serolojik tanıda önerilmektedir.

KAYNAKLAR

1. King CH, Fairley JK. Eds Mandell GL, Benett JE, Dolin R, In Mandell Douglas and Bennett’s Principles and Practice of Infectious Diseases. 7th ed. Philadelphia, Churchill Livingstone; 2010; 3607-3616.

2.
 Erken HD. Akciğer kist hidatiğinde serolojik testlerin ( spesifik IgE, spesifik Ig G ve indirekt hemaglütinasyon testi) tanısal değeri. Uzmanlık tezi, Sağlık Bakanlığı Yedikule Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi Eğitim ve Araştırma
Hastanesi, İstanbul 2004; 7-11.

3.
 Yazar S, Taylan ÖA, Hökelek M, Polat E, Yılmaz H, Özbilge H. Türkiye’de 2001-2005 yılları arasında kistik Ekinokokkozis. Türkiye Parazitoloji Dergisi, 2008, 32(3); 208-20.

4.
 Demrel F, Dökmen YA, Söğüt A, Tomaç N, Ayın olgusu, Türk pediatri Arşivi,2002; 232-3.

5.
 Akgün S. Echinococcus granülosus’a karşı oluşan antikorların IHA, IFA ve ELISA ile tespiti ve Western Blot ile antikor çeşitliliğinin değelendirilmesi. Uzmanlık tezi, Gaziantep Üniversitesi Tıp si Hastanesi, Gaziantep 2008;18-26.

6.
 Köksal F, Serin MS, Kekeç Y. Sadri YE. İnsan ve hayvan kökenli kist hidatik sıvılarının SPS-PAGE metoduyla analizi ve Westernblot metodunun klinik önemi. Türkiye Parazitoloji Dergisi. 1995;19:221-229.

7.
 Özcel MA, Üner A, Ertuğ S. Immunfl oresans Yöntemi,eds: Özcel MA, Altıntaş N. Parazit Hastalıklarında Tanı. Yayın No:15,İzmir 1997;215.

8.
 Parija SC. A review of some simple immunoassays in the diagnosis of cystic hidatid disease. Acta Tropica 1998; 70:17-24.

9.
 Kuman HA. İndirekt Hemaglütinasyon. Eds Özcel MA, Altıntaş N. Parazit Hastalıklarında Tanı. Türkiye Parazitoloji Derneği. Yayın No:15, İzmir, 1997;193-214.

10.
 Ak M. Enzyme linked immunoabsorbant assay (ELISA) Eds Özcel MA, Altıntaş N. Parazit Hastalıklarında Tanı. Türkiye Parazitoloji Derneği. Yayın No:15, İzmir, 1997;241-60.

11.
 Altıntaş N, Yazar S. Western blot (immunobloting) Eds Özcel MA, Altıntaş N. Parazit Hastalıklarında Tanı. Türkiye Parazitoloji Derneği. Yayın No:15, İzmir, 1997;343-72.

12. Biava MF, Dao A, Fortier B. Laboratory diagnosis of cystic hydatic disease. World J Surg 2001; 25:10-4.