Eris Virüsü (Eris Varyantı) Nedir?

Eris Varyantı (Eris Virüsü) Nedir?

Eris Varyantı, dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından yapılan açıklamaya göre, EG.5 Covid-19’un omicron varyantının bir alt türüdür. Dünya Sağlık Örgütü 9 Ağustos 2023 Çarşamba günü yayımladığı risk değerlendirme raporunda, EG.5 varyantının durumunu “Dikkat Çeken Varyant” olarak güncellemiştir.

DSÖ tarafından yapılan açıklamaya göre ;

  • ABD’nin CDC (Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezleri) kurumu tarafından tespit edilen ve BA.2.86 şeklinde kodlanan yeni varyanttan önceki varyantlardan daha hızlı yayıldığına veya daha ciddi hastalıklara neden olduğuna dair şu anda bir kanıt bulunmamaktadır.
  • COVID’den korunma yönündeki tavsiyeler henüz değişmemiştir.
  • 86’nın koronavirusun diğer suşlarını geride bırakıp bırakamayacağının, önceki infeksiyon veya aşılamadan kaynaklanan bağışıklık tepkilerinden kaçma konusunda herhangi bir avantaja sahip olup olmadığının zaman içinde görüleceği bildirilmiştir.

"Coranvirus

Eris Varyantı (Eris Virüsü) Belirtileri Nelerdir?

Eris varyantı, COVID-19 ile benzer semptomlar gösterir. Bu semptomlar şunlardır:

  • Boğaz ağrısı
  • Ateş
  • Öksürük
  • Burun tıkanıklığı veya akıntısı
  • Baş ağrısı
  • Nefes darlığı
  • Tat ve koku kaybı
  • Hapşırma
  • Halsizlik ve yorgunluk
  • Kas ve vücut ağrıları
  • İştah kaybı
  • İshal

Eris varyantı, diğer koronavirüs varyantlarından farklı semptomlara sahip olabilir mi?

Eris varyantı, omicron’un diğer varyantları gibi üst solunum yollarını etkileyerek benzer semptomlar gösterir. Ancak yaşlı veya bağışıklık sistemi zayıf kişilerde alt solunum yolları hastalıklarına yol açabilir. Ayrıca, mutasyona uğramış yeni varyantlarla tat ve koku kaybı, mide bulantısı, kusma ve ishal gibi semptomların görülme sıklığının azaldığı gözlemlenmiştir.

 Eris Virüsü Son Mutasyon mu?

Eris virüsü, BA.2.86 olarak adlandırılan pirola varyantıyla birlikte son zamanlarda tespit edilen yeni bir koronavirüs varyantıdır. Eris, daha önce tespit edilmiş bir varyant olsa da şu anda daha baskın ve yaygın bir varyanttır.

Eris Virüsü Ne Kadar Yaygın?

Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezine göre, EG.5, Amerika Birleşik Devletleri’nde Ağustos ayının üçüncü haftasının sonunda COVID-19 vakalarının %20,6’sında görülmüş ve ABD’deki baskın koronavirüs varyantı olmuştur.

Koronavirüs Eris Varyantının Diğer Koronavirüs Türlerinden Farkı Nedir?

Eris virüsü, diğer varyantlardan farklılık gösteren bazı genetik farklılıklara sahip olabilir. Özellikle spike proteini, virüsün konakçı hücreye girişini kolaylaştıran bir bölge olarak dikkat çekebilir. Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Eris’i “izlenmesi gereken varyant” olarak sınıflandırdığı için bu varyantın daha bulaşıcı veya şiddetli sonuçlara yol açabileceği düşünülebilir.

Eris Varyantından Korunmak İçin Neler Yapılmalıdır?

Eris varyantından korunmak için şu yöntemler uygulanabilir:

  • Kişisel hijyene dikkat etmek
  • Temas edilen yüzeyleri düzenli olarak dezenfekte etmek
  • COVID-19 hatırlatma dozlarını almak
  • Bağışıklığı güçlü tutmak için sağlıklı beslenmek
  • Hasta olduğunu düşündüğünüz kişilere yakın temas etmekten kaçınmak
  • Hasta olduğunuzda evde kalmak
  • Kalabalık ortamlarda maske takmak (gerektiğinde)

PCR Testi ile Eris Virüsü Tespit Edilebilir mi?

Eris varyantını doğrulamanın en kesin yolu PCR testi yapmaktır. PCR testleri, yeni varyantları tespit etmek için kullanılabilir ve bu şekilde doğru teşhis konulabilir.

Eris Virüsü Hakkında Sık Sorulan Sorular

Eris varyantının kuluçka süresi nedir?

COVID-19’un diğer varyantlarında olduğu gibi kuluçka süresi yaklaşık beş gündür.

Eris virüsü Türkiye’de görüldü mü?

Evet, Türkiye’de de Eris virüsü tespit edilmiştir.

Eris varyantı ne kadar bulaşıcı?

Eris varyantı, diğer varyantlara göre daha bulaşıcıdır.

Eris varyantı ölümcül mü?

Şu ana kadar Eris varyantından kaynaklanan ölümlü vaka rapor edilmemiştir. Ancak bağışıklık sistemi zayıf veya kronik hastalığı olan kişilerde semptomlar daha şiddetli görülebilir.

 

Kızamık Nedir?

Kızamık nedir? kızamık virüsün neden olduğu döküntü, yüksek ateş ve grip benzeri semptomlar ile seyreden bir enfeksiyondur.

Kızamık enfekte kişinin öksürmesi, hapşırması veya konuşması sırasında yayılan damlacıkların solunması ya da bu kişilerin kullandığı nesnelere temas edilmesiyle bulaşır.

Özellikle kış sonu ve ilkbahar başında daha yaygın olarak görülür. Kızamık küçük çocuklarda daha sık rastlanan bir hastalıktır, ancak aşılama yapılmayan veya daha önce kızamık geçirmemiş yetişkinlerde de ortaya çıkabilir.

Virüsün kuluçka dönemi 10-14 gündür. Şikayetler başlamadan önceki iki gün ile döküntü başladıktan sonraki dört gün en bulaşıcı dönemdir. Bir kez geçirildiğinde hayat boyu bağışıklık bırakır.

Kızamık hastalığı orta kulak iltihabı (otitis media), zatürre (pnömoni) veya beyin iltihabı (ensefalit) gibi ciddi komplikasyonlara, yani olumsuz etkilere yol açabilir, ender de olsa ölümle sonuçlanabilir. Bu nedenle, kızamıktan korunmak için aşılanma önemlidir.

Aşı, kızamık enfeksiyonunun yayılmasını önlemekte etkili bir yöntemdir. Kızamık aşısı genellikle Kızamık-Kabakulak-Kızamıkçık (MMR; Measles-Mumps-Rubella) aşısı şeklinde karma olarak uygulanır. Genellikle bebeklik döneminde ve çocukluk çağında yapılır. Kızamık vakalarını azaltması ve ciddi komplikasyonları önlemesi bakımından 1971 yılından bu yana bütün dünyada uygulanmakta olan aşılama programlarının büyük yararı olmuştur.

Kızamığı önlemek için aşılanmanın yanı sıra, enfekte kişilerle teması önlemek, hijyenik önlemler almak ve sağlıklı yaşam alışkanlıklarına dikkat etmek de önemlidir.

Kızamığın Belirtileri

Bulgular, virüs bulaştıktan sonra genellikle 8 ila 12 gün arasında ortaya çıkar. Kızamık hastalığının belirtileri şunları içerir:

Döküntü

Kızamığın karakteristik belirtisi, vücutta döküntüdür. Kızamık döküntüsü başta kulak arkası olmak üzere baş, boyun ve tüm vücuda yayılabilir. Döküntüler küçük, kırmızı-kahverengi, yassı veya hafif kabarık noktalar şeklinde olabilir. Döküntüler genellikle yüzden başlar ve yukarıdan aşağıya doğru yayılır. Döküntülerin ardından deride hafif bir soyulma görülebilir.

Soğuk Algınlığı Belirtileri

Kızamık enfeksiyonu ile birlikte burun akıntısı, hapşırma ve öksürük gibi soğuk algınlığına benzer belirtiler ortaya çıkabilir.

Yüksek Ateş

Kızamık enfeksiyonu sırasında vücut sıcaklığında yükselme görülür. Yüksek ateş, genellikle 38-40 derece arasında olabilir.

Halsizlik

Kızamık hastalığına yakalanan kişilerde genel halsizlik ve enerji düşüklüğü hissi yaygın olarak görülür.

Göz Belirtileri

Kızamık enfeksiyonu gözleri etkileyebilir ve gözlerde yaşarma, ışığa duyarlılık, şişme ve kızarıklık gibi belirtiler görülebilir.

Kuru Öksürük ve Boğaz Ağrısı

Kızamık hastalığı sırasında kuru öksürük ve boğaz ağrısı ortaya çıkabilir.

Konjonktivit

Kızamık enfeksiyonu ile birlikte gözlerde iltihap (konjonktivit) gelişebilir ve gözlerde kızarıklık, şişme ve tahriş belirtileri görülebilir.

Koplik Lekeleri

Kızamık hastalığına özgü olarak ağız içinde koplik lekeleri denen küçük, grimsi-beyaz lekeler oluşabilir. Bu lekeler, yanak içi zarında (mukoza) ve diş etlerinde (gingiva) görülebilir.

Belirtiler genellikle ortalama 7-10 gün sürer ve döküntülerin solmasıyla birlikte hastalık geriler. Ancak, kızamık ciddi komplikasyonlara yol açabilen bir hastalık olduğu için, geçen süreye rağmen hastalık haliniz devam ediyorsa hemen bir sağlık kurumuna başvurmanız önemlidir.

Kızamık Belirtileri

Kızamık Belirtileri ve Semptomları

Kızamık Hastalığının Nedenleri ve Risk Faktörleri Şunlardır

Aşısız Olmak

Kızamık için aşı olmamak, hastalığa yakalanma riskini artıran en önemli faktördür. Kızamık aşısı genellikle kızamık-kabakulak-kızamıkçık (MMR) aşısı olarak uygulanır ve aşılanmamış bireyler kızamığa daha duyarlı hale gelir.

Uluslararası Seyahat

Kızamık, bazı ülkelerde hâlâ yaygın bir hastalıktır. Bu ülkelere seyahat etmek, kızamığa maruz kalma riskini artırabilir. Özellikle aşısız veya kızamığı daha önce geçirmemiş bireyler için seyahat edilen bölgelerdeki enfeksiyon riski daha yüksektir.

Düşük Bağışıklık Sistemi

Bağışıklık sistemi zayıf olan bireyler, kızamık hastalığına karşı daha duyarlıdır. Bağışıklık sistemini etkileyen faktörler arasında HIV enfeksiyonu, kanser tedavisi, organ nakli sonrası bağışıklık baskılayıcı (immünosupresif) ilaç kullanımı ve bazı genetik bozukluklar yer alır.

Kızamık hastalığının tanısı nasıl konur?

Kızamık hastalığının tanısı genellikle doktor muayenesi ile konulur. Kızamık olan kişi ile temas öyküsü, kızamığın karakteristik döküntüsü ve koplik lekeleri hastalığın tanısında yardımcıdır. Bazı durumlarda, kızamık belirtileri diğer hastalıklarla karıştırılabilir. Kuşkulu olguların kesin tanı için soğuk algınlığı gibi ön belirtilerin (prodromal belirtiler) görüldüğü dönemde kan, idrar ve geniz akıntısından (nazofarinks sekresyonu) virüs tespiti (izolasyonu) yapılabilir, ancak zor ve uzun süren bir tekniktir. Bu nedenle tanıda kan alınarak yapılan kızamık antikorlarını tespit eden serolojik testler kullanılmaktadır.

Kızamık şüphesi olan herkes en kısa sürede bir sağlık uzmanına başvurmalıdır. Erken teşhis ve tedavinin komplikasyonları önlenmede etkisi çok önemlidir.

 

STREP A / BETA NEDİR?

Strep A, A grubu beta hemolitik streptokokların/AGBHS ( Streptococcus pyogenes) neden olduğu Beta olarak da adlandırılan üst solunum yolu enfeksiyonudur (ÜSYE).

Strep A enfeksiyonuna sahip kişiler her zaman belirti göstermeyebilir fakat hastalığı bulaştırabilirler. Sıklıkla çocuklarda enfeksiyon oluşturmakla birlikte yetişkinler de enfekte olabilmektedir. Bu nedenle çevrenizde hastalık bulguları varlığından şüphe edildiğinde hastalıktan korunmak için önlem alınmalıdır. Strep A enfeksiyonlarının çoğunluğu, ciddi değildir ve antibiyotiklerle tedavi edilebilir; ancak nadiren kalbe (romatizmal ateş olarak bilinen bir durum) veya böbreklere (glomerülonefrit olarak bilinir) zarar verebilecek ciddi komplikasyonlara yol açabilir. 

Strep A enfeksiyonun belirtileri nelerdir?

  • Yüksek ateş
  • Boğaz ağrısı
  • Bademciklerde şişme ve kızarma
  • Burun akıntısı ve mukus
  • Lenf bezlerinin şişmesi
  • Vücutta yaygın ağrı gibi grip benzeri semptomlar
  • Şiddetli baş ağrısı
  • Nadiren vücutta döküntü ve kaşıntı
  • Özellikle küçük çocuklarda bulantı ve kusma

Belirtiler genellikle enfeksiyonun şiddetine, bağışıklık sisteminin durumuna ve bireysel faktörlere bağlı olarak değişiklik gösterebilir.

Kimler risk altındadır?

A grubu streptokok bakterisi her insanda hastalığa sebep olabilir, ancak en fazla risk altında olan kişiler şöyle sıralanmaktadır:

  • 15 yaşa kadar olan dönemdeki çocuklar
  • 65 yaş üstü bireyler
  • Bağışıklık sistemi zayıf olanlar
  • Kronik hastalığı bulunanlar (diyabet, kanser, kronik kalp hastalığı vb.)
  • Hijyen kurallarına dikkat etmeyenler

Strep A enfeksiyonu bulaşıcı mıdır?

Strep A enfeksiyonu oldukça bulaşıcıdır. Streptokok bakterileri, bir kişiden diğerine yakın temas yoluyla kolayca yayılabilir. Enfekte bir kişiden öksürme veya hapşırma sırasında salgılanan damlacıklarla bulaşır. Bunun yanı sıra, enfekte kişinin kullanmış olduğu eşyalar veya yüzeyler de bakterilerin yayılmasına katkıda bulunabilir.

Strep A tanısı nasıl konur?

Üst solunum yolu enfeksiyonlarının çoğu virüs kaynaklı olmakla birlikte, Strep A özellikle çocuklarda boğaz ağrısı, yutma güçlüğü, tonsilit, kızıl hastalığı, selülit, impetigo denilen cilt hastalıkları, zatürre, böbrek iltihapları, kalp romatizması, akut romatizmal ateş ve toksik şok sendromuna neden olabilmektedir. Bu nedenle boğaz ağrısı ve ateş şikayeti ile başvuran hastalarda “Hızlı Strep A Antijen Testi” ile beraber boğaz kültürü alınmalıdır. Her iki test, için numune, boğaza ve bademciklere pamuklu bir çubuk ile temas edilerek alınır.

Hızlı Strep A Antijen testi:

Boğaz sürüntüsü örneğinden, AGBS’ı hızlı teşhis eden antijen testidir. Testin avantajı 1 saat içinde sonuçlanabilmesidir. Test pozitif çıkarsa, doktorunuz uygun gördüğünde size tedaviyi başlatacaktır. Kişi, hasta olmasına karşın hızlı Strep A antijen testinde negatif sonuç çıkabilir. Bu testten doğru sonuç alınabilmesi için boğaz kültürü ile beraber yapılması en sağlıklı sonuçları verir.

Boğaz kültürü:

Teşhis için en iyi yöntemdir. Boğaz kültürü testi 24-48 saat içinde sonuçlanmaktadır. Test sonucunda “Boğaz kültüründe A grubu beta hemolitik streptokok üredi” ibaresi varsa vakit kaybedilmeden antibiyotik tedavisine başlanmalıdır.

Enfeksiyon iyileştikten sonra bile bir süre boğaz kültüründe sonuçlar normal olmayabilir. Antistreptolizin testi de yapılarak kişinin hala A grup beta hemolitik streptokok enfeksiyonuna bağlı antikorlarının etkisini gösterip göstermediği belirlenebilir.

Strep A enfeksiyonu nasıl önlenir?

Strep A enfeksiyonunu önlemek için aşağıdaki adımları izleyebilirsiniz:

  1. Strep A enfeksiyonu olan kişilerle yakın teması mümkün olduğunca sınırlamaya çalışın. Özellikle boğaz ağrısı olan kişilerle temas etmekten kaçının.
  2. Strep A enfeksiyonuna karşı spesifik bir aşı bulunmamaktadır. Ancak, grip aşısı ve diğer solunum yolu enfeksiyonlarına karşı aşılar yaptırmak bağışıklık sistemini güçlendirebilir ve enfeksiyon riskini azaltabilir.
  1. Ellerinizi düzenli olarak ve temiz su ve sabunla yıkayın. Özellikle tuvalet kullanımından sonra, öksürdükten veya hapşırdıktan sonra, yiyecek hazırladıktan veya hayvanlarla temas ettikten sonra ellerinizi yıkamak önemlidir.
  2. Alkol bazlı el dezenfektanlarını kullanarak ellerinizi temizleyebilirsiniz. Özellikle su ve sabunun olmadığı durumlarda el dezenfektanları etkili bir seçenektir.
  3. Kişisel eşyalarınızı başkalarıyla ortak kullanmaktan kaçının. Bardaklar, tabaklar, çatal-bıçak gibi eşyaları başkalarıyla paylaşmamaya özen gösterin.
  4. Ev ve iş yerlerinde hijyene dikkat edin. Yüzeyleri düzenli olarak temizleyin ve dezenfekte edin. Özellikle ortak kullanılan alanlarda hijyenik koşullara özen gösterin.
  5. Öksürdüğünüz veya hapşırdığınız zaman ağzınızı ve burnunuzu bir mendil veya dirseğinizle kapatın.
  6. Testler  doktorunuzun rehberliğinde ve gerektiğinde uygulanır. Doğru tanı ve uygun tedavi için bir sağlık uzmanına danışmanız önemlidir.

Diğer faydalı Bilgilerimizi Okumak İçin Tıklayabilirsiniz 

Biruni Mobil Sağlık Hizmetimizden Faydalanmak İçin Tıklayabilirsiniz. 

Glukoz Nedir?

Glukoz, vücut için temel bir enerji kaynağıdır ve kan şekerinin ana bileşenidir. Kan glukoz seviyeleri, metabolik sağlığı ve diyabet gibi kronik hastalıkların yönetimini anlamak için önemlidir. Glukoz seviyelerini ölçmek, birçok kişi için günlük rutinin bir parçası haline gelmiştir. Bu makalede, glukozun nasıl ölçüldüğü, hipoglisemi ve hiperglisemi terimlerinin ne anlama geldiği, bu durumların sebepleri ve belirtileri hakkında daha fazla bilgi bulabilirsiniz.

Glukoz Nasıl Ölçülür?

Glukoz seviyelerini ölçmek için en yaygın yöntem, bir kan glukoz ölçüm cihazı olan glikometre kullanmaktır. Glikometreler, küçük bir kan damlasını test şeridi üzerine yerleştirerek glukoz seviyelerini hızlı ve etkili bir şekilde ölçer. Bu test genellikle parmak ucundan alınan bir damla kanla yapılır.

Hipoglisemi Nedir?

Hipoglisemi, kan şekerinin normal seviyelerin altına düştüğü durumdur. Kan şekerinin düşmesi, vücudun enerji ihtiyacını karşılayamamasına neden olur. Hipoglisemi, diyabet ilaçlarının veya insülinin aşırı doz alınması, uzun süreli açlık, aşırı egzersiz veya bazı metabolik bozukluklar gibi faktörlerden kaynaklanabilir.

Hipoglisemi Sebepleri Nelerdir?

  • Diyabet ilaçları veya insülin kullanımı: Diyabet hastaları, kan şekerini düzenlemek için insülin veya oral hipoglisemik ilaçlar kullanır. Ancak, ilaçların veya insülinin aşırı dozda alınması veya zamanlamasında hata yapılması hipoglisemiye neden olabilir.
  • Açlık veya atlanan öğünler: Uzun süreli açlık veya düzensiz yemek alışkanlıkları, kan şekerinin düşmesine yol açabilir. Öğün atlamak veya yetersiz karbonhidrat içeren bir diyet, vücudun enerji kaynağı olan glukozu sağlayamamasına neden olur.
  • Aşırı egzersiz: Yoğun veya uzun süren fiziksel aktivite, vücuttaki glikozu hızla tüketir. Bu durum, kan şekerinin düşmesine ve hipoglisemiye neden olabilir.
  • Alkol tüketimi: Alkol, karaciğerde depolanan glikojen seviyelerini düşürerek hipoglisemiye yol açabilir. Ayrıca, alkol, insülinin etkisini artırarak kan şekerini düşürebilir.
  • Bazı ilaçlar: Bazı ilaçlar, özellikle insülin dışı hipoglisemik ajanlar, kan şekerini düşürebilir. Bu tür ilaçları kullanan kişilerde hipoglisemi riski artar.
  • Hormonal dengesizlikler: Hormonların dengeyi sağlamadığı durumlar, hipoglisemiye neden olabilir. Örneğin, pankreasın insülin salgısı düzenini etkileyen insülinoma adı verilen tümörler, hipoglisemiye yol açabilir.
  • Metabolik hastalıklar: Nadir durumlarda, metabolik hastalıkların neden olduğu enzim eksiklikleri veya metabolik bozukluklar hipoglisemiye sebep olabilir.

Hipogliseminin sebepleri kişiden kişiye farklılık gösterebilir. Özellikle diyabet hastaları, kan şekerini düzenlemek için dikkatli bir şekilde ilaçlarını kullanmalı ve uygun beslenme alışkanlıklarına dikkat etmelidir. Herhangi bir hipoglisemi belirtisi yaşadığınızda veya endişeleriniz varsa, bir sağlık uzmanına başvurmanız önemlidir.

Hipoglisemi Belirtileri Nelerdir?

Hipoglisemi belirtileri, kan şekerinin düşmesiyle ortaya çıkar. Bu belirtiler, bireyden bireye farklılık gösterebilir, ancak yaygın olarak şunları içerir:

  • Terleme
  • Titreme veya ürperme
  • Hızlı kalp atışı
  • Baş dönmesi veya baş ağrısı
  • İştah artışı
  • Bulanık görme
  • Konsantrasyon sorunları
  • Sinirlilik veya huzursuzluk hali
  • Yorgunluk veya halsizlik
  • Sersemlik veya bayılma hissi

Bu belirtiler, hafiften şiddetliye kadar değişebilir ve hipogliseminin şiddetine bağlı olarak farklılık gösterebilir.

Hiperglisemi Nedir?

Kan şekerinin yüksek seviyelerde olması durumunu ifade eder. Bu durumda, en az 8 saat açlık sonrasında yapılan kan glukoz ölçümlerinde 100 mg/dl üzerinde bir değer veya şekerli bir içecek tüketildikten iki saat sonra yapılan ölçümlerde 140 mg/dl üzerinde bir değer tespit edilir.

Hiperglisemiye Yol Açan Nedenler

Diyabet: Diyabet, vücudun insülin hormonunu yeterince üretemediği veya kullanamadığı bir hastalıktır. İnsülin, kan şekeri seviyelerini düzenlemek için gereklidir. Diyabetli kişilerde hiperglisemi sık görülür.

Beslenme Alışkanlıkları: Dengesiz bir diyet, aşırı karbonhidrat ve şeker tüketimi, hiperglisemi riskini artırabilir. Özellikle işlenmiş gıdalar, tatlılar ve şekerli içecekler kan şekerini hızla yükseltebilir.

Fiziksel Aktivite: Aktif olmamak veya düzenli egzersiz yapmamak, vücudun glukozu enerjiye dönüştürmesini engelleyebilir ve hiperglisemiye neden olabilir.

İlaçlar: Bazı ilaçlar, özellikle kortikosteroidler ve diüretikler gibi, kan şekeri seviyelerini etkileyebilir ve hiperglisemiye yol açabilir.

Stres: Kronik stres, kortizol hormonunun artmasına neden olarak kan şekeri seviyelerini yükseltebilir.Enfeksiyonlar: Vücuttaki enfeksiyonlar, bağışıklık sistemini etkileyerek hiperglisemiye katkıda bulunabilir.

Hiperglisemi Belirtileri Nelerdir?

 

  • Ağız kuruluğu
  • Sürekli susama hissi
  • Sık idrara çıkma
  • Nefeste meyvemsi bir aseton kokusu
  • Halsizlik
  • Güçsüzlük
  • Karın ağrısı

Hiperglisemiyi Önlemek İçin Yapılması Gerekenler

Sağlıklı bir beslenme düzeni:

Dengeli bir beslenme programı takip etmek, karbonhidrat alımını kontrol altında tutmak ve sağlıklı yağlar, proteinler ve lif içeren besinler tüketmek önemlidir.

Fiziksel aktivite:

Düzenli egzersiz yapmak, vücuttaki kan şekerini dengelemeye yardımcı olur. Egzersiz, hücrelerin glukozu daha etkili bir şekilde kullanmasına yardımcı olur ve insülin duyarlılığını artırır.

İlaç tedavisi:

Diyabet teşhisi konmuş bireyler genellikle insülin veya oral antidiyabetik ilaçlar kullanır. İlaç tedavisine uyum sağlamak ve düzenli olarak ilaçları almak kan şekerinin kontrol altında tutulmasına yardımcı olur.

Stres yönetimi:

Stres, kan şekerini olumsuz etkileyebilir. Stres yönetimi tekniklerini kullanmak, stresi azaltmak ve kan şekerini kontrol altında tutmak için önemlidir.

Düzenli kan şekerinin takibi:

Kan şekerini düzenli olarak kontrol etmek ve düşük veya yüksek değerlerin erken tespiti için kan şekeri ölçümlerini yapmak önemlidir. Sağlıklı bir yaşam tarzı, düzenli beslenme, egzersiz, ilaç tedavisi ve stres yönetimi gibi önlemlerle kan şekeri seviyelerini kontrol altında tutmak önemlidir. Düzenli kan şekeri takibi ve gerekli önlemlerin alınması, uzun vadeli sağlık sorunlarının önlenmesine yardımcı olur.

 

İnsülin Direnci Nedir?

İnsülin direnci (IR); insülinin glukozu hücre içine gönderme etkisinin azalması veya kaybolması olayıdır. Bu olay sonunda kanda artan glikoz, insülin salgılama mekanizmasını uyarır ve daha fazla insülin salınmasına yol açar. Sağlıklı popülasyonda % 25 oranında insülin direnci görülür.

İnsülin metabolizmanın düzenleyici temel hormonlarından biridir. Besinlerle alınan şeker yüksek seviyelere ulaştığında kan şekeri seviyesini normal aralıkta tutmak için insülin salınır.

İNSÜLİN NEDEN GÖRÜLÜR?

Hareketsiz yaşam tarzı, yüksek kalorili beslenme alışkanlığı gibi çevresel faktörlerin yanında, genetik özellikler de insülin  gelişiminde rol oynamaktadır.

Diyet düzenlenmesi ve egzersizi içeren yaşam tarzı değişiklikleri ile insülin direnci gerileyebilir.

İNSÜLİN DİRENCİ HANGİ HASTALIKLARA YOL AÇABİLİR?

İnsülin direncine müdahale edilmediğinde, uzun dönemde birçok hastalığa sebep olabilir. Kardiyovasküler hastalıklar, obezite, polikistik over sendromu gibi ciddi hastalıklarda risk artışı görülür. Tip 2 Diyabetes Mellitus gelişir.

İnsülin, , hiperinsülinemi (kanda insülin yüksekliği), obezite, dislipidemi (kanda yağ, kolesterol ve lipid türlerinin anormal seviyede olması), hipertansiyon (yüksek tansiyon) durumları hastada bir arada görülebilir. Bu durumda hasta metabolik sendrom hastası olarak değerlendirilmelidir.

İNSÜLİN DİRENCİ BELİRTİLERİ NELERDİR?

İnsülin direnci ortaya çıktığında hemen klinik belirti vermeyebilir. İnsülin gelişiminin kişide fark edilebilir belirtilere yol açması yıllar sürebilir.

  • Bel çevresinde kalınlaşma
  • Yüksek tansiyon
  • Karaciğer yağlanması
  • Kadınlarda adet düzensizlikleri
  • Yemek sonrası ani şeker düşmesi sonucu terleme ve el titremesi
  • Sürekli açlık ve susuzluk hissi
  • Sık tatlı yeme isteği
  • Yorgunluk hissi
  • Akantozis nigrikans; boyun, koltukaltı ve kasık bölgelerinde esmerleşme

İNSÜLİN VE BESLENME

İnsülin direnci ile ilişkili; metabolik sendrom, diyabet, hipertansiyon, dislipidemi, gibi hastalıkların ve komplikasyonlarının önlenmesinde ve tedavisinde beslenmenin düzenlenmesi önemli bir yer tutmaktadır.

İnsülinin başlangıç aşamalarındaki bireyler, beslenme düzenlenmesi ve egzersiz sayesinde ideal kilolarına ulaştıklarında ve ideal kiloyu uzun süreli koruduklarında, hipertansiyon, diyabet ve dislipidemi oluşumunun önüne geçilmesi mümkün olmaktadır. Kilo kontrolünü amaçlayan çok sayıda diyet modeli mevcuttur. Temel prensip, tüketilen kaloriyi kısıtlamak, karbonhidrat ve/veya protein kısıtlaması gibi makro besin dengesini sağlamak ve egzersiz programı ile desteklemektir. Karbonhidrat miktarı kısıtlanmış diyetlerin serum glikoz ve insülin seviyelerinde düşüşe yol açabileceği gösterilmiştir.

Folik Asit Nedir?

Folik Asit Nedir? Besinlerde B9 vitamini olarak bulunan folat, insan vücudunda sentezlenemeyen önemli bir B-kompleks vitamindir. Hem hayvansal hem bitkisel kaynaklı gıdalarda bulunur. Vücutta depolanamaması sebebiyle düzenli olarak besinlerle alınması gerekir. Folik asit ise folat vitamininin sentetik halidir.

 FOLİK ASİTİN GÖREVLERİ NELERDİR?

  • Hücre büyümesinde yardımcıdır.
  • DNA tamirinde görev alır.
  • Hamilelik döneminde bebeğin beyin fonksiyonlarının gelişiminde önemli rol oynar.
  • Ateroskleroz (damar sertliği) riskini azaltarak kalp krizini önlemeye yardımcı olur.

 FOLİK ASİT EKSİKLİĞİ BELİRTİLERİ NELERDİR?

Folik asit alımının yetersiz olduğu toplumlarda megaloblastik anemi (folik asit eksikliğine bağlı anemi), kardiovaskuler hastalıklar, major depresyon, şizofreni, Alzheimer hastalığı ve çeşitli karsinomların riskinin arttığı bildirilmektedir. Özellikle gebelikte folat eksikliği ile nöral tüp defektleri (NTD) ve bazı konjenital anomaliler arasında ilişki kuran birçok çalışma mevcuttur.

Folik asit eksikliğine bağlı olarak görülen bazı belirtiler:

  • İştahsızlık, kilo kaybı

  • Yorgunluk, uyku hali

  • Konsantrasyon eksikliği

  • Baş ağrısı

  • Ağız yaraları

 FOLİK ASİT EKSİKLİĞİ NEDENLERİ NELER OLABİLİR?

Çölyak ve emilim bozukluklarına neden olan bağırsak rahatsızlıkları folik asit eksikliğine neden olabilir. Hamilelik, sık alkol kullanımı, diyaliz hastaları folik asit eksikliği riski altındadır.  MTHFR gen mutasyonu, vücudun folik asit ve diğer önemli B vitaminlerini işleme şeklini engellemesi sebebiyle folik asit eksikliğine neden olur.

 HAMİLELİKTE FOLİK ASİT KULLANIMI NEDEN ÖNEMLİDİR?

Yapılan çalışmalar sonucunda; gebelikte folat ihtiyacının arttığı bildirilmektedir. Bunun nedeni hem fetüs hem de gebe kadınlarda doku sentezi ve diğer fizyolojik değişikliklerdir. Artan folat gereksinmesinin tek başına diyet ile karşılanması mümkün olmadığından gebelerde folik asit desteği tüm dünyada önerilmektedir. Gebelik boyunca, mümkünse öncesinde NTD, anemi ve diğer sağlık sorunlarını önlemek amacı ile DSÖ (Dünya Sağlık Örgütü ) her kadına günlük 400 mcg  (400 mikrogram)  veya 0.4 mg  folik asit alımı önermektedir.

 FOLİK ASİT HANGİ BESİNLERDE BULUNUR?

Folik asitin doğal formu olan folat, vücutta depolanmaması sebebiyle düzenli olarak besinlerle alınması önemlidir. Zengin kaynaklar koyu yeşil yapraklı sebzeler (brokoli, ıspanak vb.), kuru baklagiller (nohut, mercimek, fasulye vb.), portakal, greyfurt, yer fıstığı, badem ve karaciğerdir. Ancak karaciğer depo organı olması nedeni ile gebelerde tüketimi önerilmemektedir.

folik asit

Tablo 1. Bazı besinlerin 100 gramlarının içerdiği ortalama folat miktarları (Türkiye Ulusal Gıda Kompozisyonu Veri Tabanı, 2018)

FOLİK ASİT EKSİKLİĞİ TANI TESTLERİ

Folik asit testi koldan alınan kan numunesi ile yapılmaktadır. Folat ve B12 vitaminlerinin düzeyleri ölçülür. Test öncesinde 6-8 saat açlık gerekir. Folat metabolizmasının değerlendirilebilmesi için MTHFR gen mutasyonu testi yapılabilir. Test, açlık durumu aranmadan koldan alınan kan numunesi ile yapılmaktadır.

 

Depresyon Nedir?

 

Majör depresif bozukluk olarak da bilinen depresyon, davranışlarınızı ve hislerinizi dolayısıyla da rutin işlerinizi olumsuz şekilde etkileyen ciddi bir psikiyatrik sorundur. Dünya Sağlık Örgütü’ne (DSÖ) göre tüm dünyadaki yetişkinlerin yaklaşık olarak %5’i depresyon probleminden muzdariptir. Kronik bir üzüntü ve suçluluk hali, eskiden zevkle yapılan eylem ve faaliyetlere karşı duyulan ilginin veya zevkin azalması, kronik yorgunluk, uykusuzluk veya uyku kalitesinin azalması, konsantrasyonun zayıflaması ve bir işe odaklanmakta güçlük yaşama gibi bulgular ve hatta ölüm ya da intihar düşünceleri oldukça karakteristik olup temel depresyon belirtileri arasında sayılmaktadır. Depresyon, bireylerin işlevselliğini önemli ölçüde azalttığından küresel hastalık yükü üzerindeki önemli payına sürekli dikkat çekilmektedir.

Depresyon Türleri

Çoğu zaman “depresyon nedir?” sorusuna yanıt aranırken depresyonun tek tip bir sorun olduğu düşünülse de bu doğru değildir. İnsanları farklı düzeyde etkileyen ve farklı sorunlardan köken alan depresyon çeşitleri tanımlanmıştır. Haftanın her günü olmasa da çoğu gününde kendinizi depresif hissediyorsanız majör depresyon hastası olmanız olasıdır. İki yıl ya da dahafazla süren depresyonunuz varsa kalıcı depresif bozukluğa sahip olabilirsiniz. Bunlardan başka, bipolar bozukluğun eşlik ettiği manik depresyon, mevsim geçişlerinde sıkça rastlanan mevsimsel duygu durum bozukluğu, psikotik depresyon, doğum sonrasında sıkça gözlenen postpartum depresyon, atipik depresyon ve tedaviye dirençli depresyon gibi pek çok çeşidi de mevcuttur. Bu noktada kendinizde bazı belirtilerin olduğunu düşünüyorsanız doğru tedavinin yapılması için hangi depresyon türüne sahip olduğunuzu bilmek büyük önem taşımaktadır.

Depresyonun Nedenleri Nelerdir?

Depresyona sebep olabilecek çok çeşitli faktörler tanımlanmıştır. Bunlar arasında en iyi bilineni beynin kimyasal yapısındaki olumsuz değişikliklerdir. Beyin kimyası üzerinde söz sahibi olan en önemli kimyasallar nörotransmitterlerdir. Önemli bir nörotransmitter olan serotonin herkesin yakından bildiği, insanda mutluluk ve canlılık hissi yaratan bir moleküldür. Serotoninin yapımında yüksek düzeyde triptofan amino asiti kullanılmaktadır. Çikolatada da yüksek düzeyde triptofan bulunduğundan çikolata tüketilince mutlu olmanın sebebinin serotonin düzeyindeki artışa bağlı olabileceği düşünülmektedir. İnsanlarda IDO1 geni tarafından sentezlenen İndolamin-pirol 2,3-dioksijenaz (IDO), triptofan metabolizmasındaki kilit enzim olduğundan son dönemde yapılan çalışmalar depresyon üzerinde önemli etkileri olabileceğine işaret etmektedir. Bunlar haricinde genetik yapı ve kalıtsal özellikler, diyabet, parkinson ya da otoimmün hastalık öyküsü gibi başka hastalıkların var olmasının ve bazı ilaç türlerinin de depresyona neden olabilecek ya da depresyonun seyrini ve şiddetini değiştirebilecek önemli faktörler olduğu kanıtlanmıştır. Tüm bunlar arasında elbette kişilik özellikleri ve travmatik olaylar, depresyona yakalanmak için önemli paya sahiptir. Tüm bu biyolojik ve psikolojik özelliklerin bileşimi belirtilerin süresi ve depresyon evreleri üzerinde belirleyici olan ana unsuru oluşturmaktadır.

Depresyon Tanısına Yaklaşım

Depresyonun gelişiminde sadece psikolojik değil, aynı zamanda biyolojik faktörlerin de rol oynağı bilinmektedir. Biyolojik faktörlerin laboratuvar tanısı artık mümkündür ve depresif hastalarda bireyselleştirilmiş tedaviler için yeni bir yaklaşım sağlar. Son dönemlerde kan, idrar ve tükürükten bakılabilen hormon ve nörotransmitter madde düzeylerinin depresyon tanısına ve şiddetine yüksek düzeyde bir başarıyla işaret edebileceği anlaşılmış olup, bu uygulamalar rutin olarak kullanılmaya başlamıştır.

Depresyon-anksiyete paneli testi nörotransmitter denen tüm bu hormon yapılarının metabolizmasını ayrıntılı bir şekilde ölçerek şikayetlerin kök nedenini saptayabilir.

Uygun ve zamanında tedaviyle depresyondan kurtulmak kolaydır. Bu noktada doğru, kesin ve hızlı tanı almak sürecin en önemli noktasıdır.

Çinko nedir?

Çinko (Zn) insan vücudunda demirden sonra en bol bulunan ikinci eser elementtir. Vücut tarafından üretilmediği için dışarıdan alınması gerekir. Hücrelerin yapısal ve fonksiyonel bütünlüğü için kritik rol oynar.

Yetişkin bir insanda ortalama 2-3 gr. çinko bulunmaktadır. Çinkonun %60’ı kaslarda, %5’i karaciğerde, %20-30’u kemikte ve %1.6’sı beyinde bulunur. Deri ve saçtaki çinko oranı %6 olup metabolizmaya katılamaz.

Çinko’nun faydaları nelerdir?

  • Bağışıklığı güçlendirir, viral enfeksiyonlara karşı savunmada rol oynar.
  • Saç, tırnak, cilt sağlığına katkıda bulunur.
  • Yara iyileşmesini hızlandırır.
  • Kemik mineral yoğunluğunu arttırır.
  • Sarı nokta hastalığının (makula dejenerasyonu) ilerlemesini yavaşlatır.
  • Görme kaybı riskini azaltır.
  • Serbest radikal oluşumunu azaltır, oksidatif stresten koruyucu rolü vardır. Bu özelliği ile kronik hastalıklara yakalanma riskini azaltır.
  • Merkezi sinir sistemi gelişiminde rol oynar.

Çinko eksikliği belirtileri nelerdir?

  • Saç dökülmesi
  • Cilt problemleri (kuru cilt, nasır)
  • Tırnaklarda beyaz lekeler
  • Yara iyileşmesinde gecikme
  • Büyüme ve gelişme geriliği
  • İştahsızlık
  • Koku ve tat duyusu bozukluğu
  • İnfertilite (kısırlık)
  • İshal ve solunum yolu hastalıkları başta olmak üzere enfeksiyonlara yatkınlık görülebilir.

Çinko eksikliği neden olur?

Bazı besinler, vitaminler ve mineraller çinko emilimini etkileyerek çinko eksikliği veya fazlalığına neden olabilirler. Fitatlar, fosfatlar, lifli besinler, kalsiyum, oksalat, bakır, kadmiyum, inorganik demir, kalay ve toprak çinko emilimini azaltır. Hamilelik ve büyüme, gelişme dönemlerinde de çinko eksikliği görülebilir.

Çinko fazlalığı belirtileri nelerdir?

Aşırı çinko alımına bağlı olarak akut ve kronik çinko zehirlenmesi oluşabilmektedir. Çinko fazlalığı bakırın emilimini azaltarak bakır eksikliğine neden olabilir. Kanda yüksek çinko değerleri apoptozisi* inhibe edebilir.  (*Apoptozis;  mutant hasarlı veya işlevi olmayan hücrelerin uzaklaştırılması için gerekli biyolojik bir mekanizmadır.)

Kas krampları, mide bulantısı, kusma, ishal, baş ağrısı gibi belirtilere neden olabilir.

Çinko düzeyi nasıl ölçülür?

Çinkonun tamamına yakını hücre içinde bulunur. Rutin laboratuvar analizlerinde hücre dışında (serumda) yapılan değerlendirme yeterli değildir. Bu nedenle çinkonun hem hücre içi hem hücre dışı alanda çalışılması en hassas değerlendirmeyi sağlar.

 

Hemogram Testi Nedir?

Hemogram testi, tam kan sayımı olarak da bilinir ve kanın içindeki hücrelerin sayısını ve morfolojisini ölçer. Bu test, doktorların bir hastalık teşhisi koymak veya bir tedavinin nasıl ilerlediğini izlemek için kullanabilecekleri önemli bir testtir.

Hemogram testi, birçok farklı hücre türünü ölçer. Bunlar arasında kırmızı kan hücreleri (eritrositler), beyaz kan hücreleri (lökositler) ve trombositler (kan pulcukları) bulunur. Her bir hücre tipi için sayı, boyut, şekil ve diğer özellikler dahil olmak üzere bir dizi özellik ölçülür.

Hemogram testi nedir, hemogram kan tahlili sonuçları ve önemi – Biruni Laboratuvarı

Hemogram testi, kan hücrelerinin sayısını ve sağlığını değerlendiren temel kan tahlilidir.

Hemogram Testi Nasıl Yapılır?

Hemogram testi için, bir sağlık uzmanı hastanın kolundaki bir damarın içinden biraz kan alır. Kan numunesi daha sonra laboratuvara gönderilir ve hücre sayısı ve özellikleri ölçülür. Hemogram testi, genellikle hastanın aç veya tok karnına yapılabilir.

Hemogram testi, ağrısız bir işlemdir ve genellikle hızlı bir şekilde yapılır. Numunenin analizi birkaç saat veya birkaç gün sürebilir, ancak sonuçlar genellikle birkaç gün içinde hazırdır.

Hemogram Testinde Normal Değerler Nelerdir?

Hemogram testinde normal değerler, birçok faktöre bağlıdır, ancak aşağıdaki değerler genellikle kabul edilen normal aralıklardır:

  • Kırmızı kan hücreleri (eritrositler): Erkeklerde 4.5-5.5 milyon / μL, kadınlarda 4.0-5.0 milyon / μL
  • Hemoglobin: Erkeklerde 13.5-17.5 g / dL, kadınlarda 12.0-15.5 g / dL
  • Hematokrit: Erkeklerde% 38-50, kadınlarda% 34-45
  • Beyaz kan hücreleri (lökositler): 5.000-10.000 / μL
  • Trombositler: 150.000-450.000 / μL

Ancak, normal değerler hastadan hastaya değişebilir ve sonuçlar birçok farklı faktöre bağlıdır. Bu nedenle, herhangi bir anormallik görülen durumda doktor, sonuçları değerlendirerek hastanın durumuna göre bir teşhis koyar.

Hemogram Testi Nerede Yaptırılır?

Hemogram testi, birçok farklı sağlık kuruluşunda yapılabilir. Bunlar arasında hastaneler, klinikler, laboratuvarlar ve tıbbi merkezler bulunur. Hemogram testi genellikle kan tahlili yapabilen tüm sağlık kuruluşlarında yapılabilir.

Hemogram testi yaptırmak isteyen kişiler, doktorlarından veya sağlık uzmanlarından öneri alarak veya kendi başlarına bir tıbbi merkezde randevu alarak testi yaptırabilirler. Özellikle belirli bir sağlık sorunu olan kişiler, doktorları tarafından hemogram testi yapılması gerektiğinde bu testi yaptırmalıdırlar.

Sonuç

Hemogram testi, vücudumuzun kan hücrelerinin sayısını ve morfolojisini ölçen bir kan testidir. Hemogram testi, birçok farklı hücre türünü ölçer ve bu test sayesinde doktorlar hastalıkların teşhisini koymak veya bir tedavinin nasıl ilerlediğini izlemek için önemli bir test yapabilirler.

Hemogram testi yapmak için, bir sağlık uzmanı hastanın kolundaki bir damarın içinden biraz kan alır. Kan numunesi daha sonra laboratuvara gönderilir ve hücre sayısı ve özellikleri ölçülür. Hemogram testi, genellikle hastanın aç veya tok karnına yapılabilir.

Hemogram testinde normal değerler, birçok faktöre bağlıdır, ancak genellikle kabul edilen normal aralıklar, kırmızı kan hücreleri, hemoglobin, hematokrit, beyaz kan hücreleri ve trombositler için belirlenmiştir. Ancak, normal değerler hastadan hastaya değişebilir ve sonuçlar birçok farklı faktöre bağlıdır.

Hemogram testi, birçok farklı sağlık kuruluşunda yapılabilir. Hemogram testi yaptırmak isteyen kişiler, doktorlarından veya sağlık uzmanlarından öneri alarak veya kendi başlarına bir tıbbi merkezde randevu alarak testi yaptırabilirler.

 


Web sitemizde yer alan içerikler, yalnızca genel bilgilendirme amacıyla hazırlanmıştır. Sağlıkla ilgili sorularınız, şüpheleriniz veya tedavi süreçleriniz için mutlaka hekiminize başvurmanız gerekmektedir. Buradaki bilgiler tıbbi tanı ve tedavi yerine geçmez.

Kolesterol Nedir?

kolesterol yüksekliği

Kolesterol Nedir?

Kolesterol, yağlar veya lipidler diye bilinen biyokimyasal maddelerden biridir. Hücre zarının temel bileşenlerinden biri olmasının yanı sıra kortizol, cinsiyet hormonları gibi bütün steroid hormonlar ile Vitamin D ve safra asitlerinin ham maddesidir. Vücutta yaklaşık % 70 kadarı (700 mg/gün) başta böbrek üstü bezleri, overler, testisler ve ince bağırsaklar olmak üzere bütün organlar tarafından sentezlenirken, kalan % 30’u (300 mg/gün) dışarıdan besinlerle alınır. Kolesterol ile diğer bir kan yağı olan trigliseritler organlar ve dokular arasında lipoproteinler denen kandaki özel yağ taşıyıcı proteinler tarafından taşınır. Lipoproteinler fiziksel özelliklerine göre beş alt gruba ayrılır. Bunlardan LDL ve HDL kısaltmalarıyla bilinenler en önemlileridir.

‘Kötü Kolesterol’ (LDL Kolesterol) Nedir?

LDL veya Düşük Yoğunluklu Lipoprotein’ler tarafından taşınan kolesterol kısaca LDL kolesterol ya da ‘kötü kolesterol’ diye bilinmektedir. Bunun nedeni LDL’yle taşınan kolesterolün atar damar duvarlarına yerleşip damar sertliğine (ateroskleroz) yol açacak daralmalara (aterom plakları) neden olmasıdır. Bu gelişmeler sonucunda kalp krizi, inme ve beyin kanaması gibi çeşitli kalp-damar hastalıkları ortaya çıkar.

 

‘İyi Kolesterol’ (HDL Kolesterol) Nedir?

HDL veya Yüksek Yoğunluklu Lipoprotein’ler tarafından taşınan kolesterol kısaca HDL kolesterol ya da ‘iyi kolesterol’ diye adlandırılmaktadır. Bunun nedeni de HDL’nin organ dokulardaki kolesterolü toplayarak karaciğere taşımasıdır. Burada kolesterol safra asitlerine dönüştürülerek safra kesesi aracılığıyla ince bağırsaklara atılır ve vücuttan uzaklaştırılır. HDL sayesinde damar sertliği riski azalmakta ve yüksek HDL kolesterol düzeyleri kalp krizi, inme ve beyin kanamasına karşı koruyucu olmaktadır.

Kanda Kolesterol Neden Yükselir?

Kan kolesterol düzeyinin yüksek oluşu damar sertliği ve kalp hastalıkları başta olmak üzere çağımız insanının önemli sağlık problemlerinden biri haline gelmektedir. Bu nedenle kan kolesterol düzeyini belli sınırlar içinde tutmak birçok hastalığın ortaya çıkmasının önüne geçmektedir.

Kandaki kolesterol düzeyini etkileyen çok sayıda etken vardır. Kalıtım, tüketilen besinler, zararlı beslenme alışkanlıkları, stres, aşırı kilo gibi etkenler, LDL kolesterolü ve dolayısıla total kolesterolü yükseltmektedir. Yüksek kolesterollü diyet LDL kolesterol ve total kolesterol seviyelerini önemli oranda yükseltmektedir. Doymuş yağ asitlerini yüksek oranda içeren besinlerde kan kolesterol düzeyi artarken tekli doymamış yağların tüketiminde ise HDL kolesterol düzeyi artmaktadır.

Yüksek Kan Kolesterolü Belirti Verir mi?

Kanda kolesterol değerlerinin yükselmesi genellikle klinik bir belirti göstermez. Bu nedenle uzun yıllar boyunca fark edilmeyebilir. İleri aşamalarda ender de olsa göz kapaklarında, parmaklarda ve kas kirişlerinde yağ birikimi görülebilir.

Kan Kolesterolünün Alt Grupları Nasıl Tespit Edilir?

Kolesterol alt gruplarının düzeyleri Lipid Profili adı verilen kan testi ile belirlenebilir. Test sonuçlarının etkilenmemesi için 12 saatlik açlık gerekir. Alınan kan örneği ile total kolesterol, LDL, HDL ve trigliseritlerin kandaki miktarları belirlenir.

Daha hassas bir değerlendirme sunan NMR LipoComplete Testi ile lipoprotein alt gruplarının partikül çapı ve partikül sayısı belirlenebilir.

NMR LipoComplete Testi ile Lipoprotein Alt Gruplarının Belirlenmesi Hangi Durumlarda Önerilir?

  • Yüksek trigliserit, düşük HDL kolesterol ve normal LDL kolesterol düzeyleri olan hastalarda damar sertliğine neden olan lipoprotein fenotipinin belirlenmesi,
  • Koroner kalp hastalığı risk sınıflandırması,
  • Ailesel yüksek kolesterol tanısının doğrulanması,
  • Tip 2 diyabet, insülin direnci, metabolik sendrom, polikistik over sendromu, gibi metabolik durumların tespiti ve izlenmesi,
  • diyaliz hastalarında koroner kalp hastalığı riskinin belirlenmesi,
  • Statin tedavisi ve tedavi izlenmesi,
  • Belirgin koroner kalp hastalığı olan ancak göze çarpmayan lipid profiline sahip bireylerde ve ailelerde teşhisin netleştirilmesi,
  • İlaç kullanımı, diyet ve yaşam tarzı değişikliklerinin incelenmesi.

Kan Kolesterol Düzeyinin Dengesi İçin Beslenme Nasıl Olmalıdır?

Dietle alınan kolesterolün damar sertliğine ve dolayısıyla kalp hastalıklarına yol açtığına dair varsayım ilk defa 1960’ların sonlarında öne sürüldükten sonra ABD’de günlük kolesterol tüketiminin sağlıklı kişiler için 300 mg’ı aşmaması ve yumurta tüketiminin de haftada üçü geçmemesi önerilmişti. Ancak, daha sonra yapılan deneysel araştırmalar ve bilimsel değerlendirmeler dietle alınan kolesterolün kan düzeylerini yükselttiği ve buna bağlı olarak kalp-damar hastalıkları riskini artırdığı varsayımını desteklememiştir. Araştırmalar dışarıdan alınan kolesterole bağlı olarak sentezin yavaşladığını, böylece vücuttaki toplam kolesterol miktarının dengede tutulduğunu göstermiştir. 2015-2020 yılları için yayınlanan Amerikalılar İçin Diet Rehberi (Dietary Guidelines for Americans), son bulgular ışığında günlük kolesterol alımını azami 300 mg’la sınırlayan öneriyi kaldırmıştı. Son olarak 2020-2025 yılları için yayınlanan rehberde de miktara değinilmeyip kolesterolden olabildiğince fakir sağlıklı, dengeli beslenme önerilmektedir.