YENİ BİR METABOLİK ORGAN: “İNTESTİNAL MİKROBİYOTA”

Yazı Boyutunu Değiştirebilirsiniz

Doğduğumuz andan itibaren vücudumuzda bize eşlik eden çok sayıda mikroorganizma mevcuttur. İnsan vücudu, çoğunluğunu bakterilerin oluşturduğu mantar, virüs ve protozoaları içeren mikrobiyal populasyon barındırmaktadır. Bakteriler genellikle hastalık yapıcı patojenler olarak bilinmektedir. Oysa ki insanlar bakterilerle simbiyotik bir denge içinde yaşamaktadır. Sağlıklı kalmamız için bakterilere ve onların faydalı etkilerine gereksinimimiz olduğu unutulmamalıdır.

 

İnsan vücudunda çoğunluğunu bakterilerin oluşturduğu mantar, virus ve protozoonları içeren farklı birçok mikrobiyal populasyon konaklamaktadır. Bu populasyon insan hücrelerinden 10 kat fazla mikrobiyal hücre ve insan genomundan 150 kat fazla gen içerir. Bedenimizi paylaşan kommensal, simbiyotik ve patojenik mikroorganizmaların oluşturduğu bu ekolojik topluluğa “mikrobiyota” denmektedir. “Mikrobiyom” ise bu çevrede yaşayan mikroorganizmaların toplam genomu olarak tanımlanmaktadır. (1)

İnsan mikrobiyotası deri, genitoüriner sistem, solunum sistemi ve en çok da gastrointestinal sistemde kolonize olmuştur. Gastrointestinal sistem yaklaşık 200m² yüzey alanı ve mikroorganizmalar için zengin besin öğeleri içermesi sebebi ile vücudumuzdaki en zengin mikroorganizma topluluğunu barındırmaktadır. Sağlıklı bireylerde mikrobiyota çok sayıda ve çeşitli mikroorganizmaları içerir. Doğumdan hemen sonra oluşmaya başlar. Beslenme, genetik, yaş ve yaşanılan coğrafi bölgeye göre değişiklik gösterir. Bakteri sayısı ağızda 10⁹ ml/tükrük, midede 102-4g/materyal iken, kolonda 10¹¹ g/materyal, dışkıda ise 10¹² g/materyaldir. Bebeklerde doğum şekli, beslenme şekli, genetik faktörler mikrobiyotayı etkiler. Enfeksiyonlar, antibiyotik kullanımı gibi tedavi uygulamaları sonrası bağırsak mikrobiyotası değişebilir (2).

Diyet içeriği intestinal floranın değişiminde önemli rol oynamaktadır. Lifli gıdalardan zengin beslenme, Eubacterium rectale, Eubacterium halli, Rumicoccus bromii gibi Firmicutes cinsi bakterilerin çoğalmasını kolaylaştırmaktadır (Resim 1).

 

 

Resim 1: Beslenmenin intestinal mikrobiyota üzerine etkisi (Flint ve ark .) WK : Buğday içeren gıda BS : Lif içeren gıda EW: Protein içeren gıda

İntestinal mikrobiyota; vücudumuzda fizyolojik, metabolik ve immun sistem üzerinde oldukça kompleks ve aktif görevler üstlenmektedir. Bağırsak bakterileri enerji taşıyıcı rolü üstlenerek veya immun modüle edici maddeleri serbest bırakarak gerekli metabolik süreçleri kontrol eder. Bu nedenle intestinal mikrobiyota günümüzde yeni bir “metabolik organ” olarak tanımlanmaktadır (3).

Kommensal Bağırsak Bakterileri;

• Sindirilemeyen besinleri parçalayarak vücuda yararlı hale getirir.

• Kompleks karbonhidrat ve liflerin sindirimini destekler.

• Patojenik bakterilerin çoğalmasını engeller.

• B1, B2, B6, B12 ve K vitaminlerinin üretimine katkıda bulunur.

• Toksin ve atıkların detoksifikasyonuna katkıda bulunur.

• Gıdalarla alınan karbonhidrat ve proteinleri fermente ederek laktik asit, butirik asit, asetik asit gibi kısa zincirli yağ asitlerine ve hidrojen, karbondioksit gibi gazlara dönüştürürler.

• Kısa zincirli yağ asitleri barsak mukoza hücreleri için enerji kaynağıdır.

• Kısa zincirli yağ asitleri intestinal peristaltizmin uygun gerçekleşmesine katkıda bulunur.

• Butirat, Nükleer Faktör Kappa (Faktör NF-kB) transkripsiyonunu ve IL-8 üretimini inaktive ederek güçlü bir anti-inflamatuar etkinlik sağlar. Firmicutes cinsi bakterilerin, özellikle Faecalibacterium prausnitzii ‘nin butirat üretiminde en etkin rolü oynadığı kabul edilmektedir. Bu bakteriler , bağırsak florasının % 5-15’ini oluşturur. Alfa 1 antitripsin, kalprotektin gibi akut faz reaktanı proteinler intestinal mukozada inflamatuar iritasyondan sorumludur.

F. prausnitzii azalması inflamasyon derecesinde artışla korelasyon gösterir.

• Sağlıklı kişilerde kolon epitel hücreleri koruyucu mukoza tabakasıyla örtülüdür. Verrucomicrobia cinsi bakteriler , özellikle Akkermansia muciniphila goblet hücrelerinden mukoza üretimini destekleyerek immun modulasyona katkıda bulunur. Mukoza tabakası hasara uğradığında ya da musin üretimi yetersiz kaldığında patojen, kirletici ve alerjen maddeler doğrudan mukozal hücrelerle temas eder ve inflamasyona neden olur. (4,5)

Disbiyozis

Kronik gastrointestinal hastalıklar, antibiyotik kullanımı gibi nedenlerle bağırsak mikrobiyotası değişebilir. İntestinal mikrobiyota dengesinde bozukluk “disbiyozis” olarak tanımlanmaktadır. Mikrobiyota dengesinde bozulma olduğunda bağırsak geçirgenliğinde artma, kısa zincirli yağ asitleri üretiminde değişme, kolon rezistansında azalma olduğu gösterilmiştir. Firmicutes suşlarında azalma ve Salmonella, Shigella, Klebsiella, Proteus, Escherichia coli gibi Proteobacteria türlerinin artışı, çeşitli hastalıklarla ilişkilendirilmektedir.

Sülfat tüketen bakteriler, hidrojen sülfit (H2S) üretimine yol açarak bağırsak hastalıklarının gelişimine zemin hazırlarlar. H2S intestinal epitelde hasar yapan, buna bağlı olarak hücresel atipiye yol açan toksik bir metabolik üründür. Bilophilia wadworthii, Desulfomonas pigra ve Desulfovibrio piger türleri H2S üretiminde önemli rol oynayan bakterilerdir. Zorunlu anaerob olan Clostridium türleri, immun modulatif etkileri ve IL-10 üretimini arttırmaları sebebiyle patojenik etkileri olan bakterilerdir. Özellikle Clostridium cinsi bakterilerin toksin üreten kökenleri otistik spektrumlu hastalarda saptanmakta, sıklıkla intestinal ve ekstra­ intestinal otistik yakınmalara yol açmaktadır.

Solunum yolu mukozasında bulunan vepatojen olarak bilinen Haemophilus ve Fusobacteria türleri de bağırsaklarda saptanabilmektedir. Araştırmalar bu patojenik türlerin kronik inflamatuar bağırsak hastalıkları, kolorektal karsinomlar ve apandisit ile ilişkili olduğunu göstermektedir. Dışkıda yapılan moleküler-genetik araştırmalar arttıkça, bu ilişki daha iyi tanımlanacaktır (6,7).

Disbiyozisin Klinik Semptomlarla İlişkisi

İntestinal mikrobiyotanın ayrıntılı analizleriyle oldukça değerli sonuçlar elde edilmiştir. Bağırsak flora populasyonunun ideal organizasyonu, sağlıklı fizyolojik yaşamın ana unsurlarındandır. İntestinal mikrobiyota kişisel olarak tanımlandığında, artmış ya da azalmış kökenlerin varlığına göre diyet düzenlenmes, uygun prebiyotik probiyotiklerin kullanımı gibi çözümler uygulanabilir.

1. Obezite ve Metabolik Sendrom

Sağlıklı kişilerde genellikle Firmicutes/Bacteroidetes oranı 1:1 ile 1:3 oranında değişir. Kilolu kişilerde ise bu oran 3:1 den 25:1 e kadar değişir. Bazı yüksek kilolu kişilerde 200:1 oranına ulaştığı gösterilmiştir (8 ,9).

Obezitenin bir diğer sonucu da firmicute genusuna ait olan Faecalibacterium prausnitzii miktarındaki belirgin azalmadır. F.prausnitzii barsak florasında en sık rastlanan 3 bakteriden biridir. Butirat üretir. Butirat barsak mukozasının gelişimini destekler. Butirik asit tuzları Faktör NF-kB’ nin transkripsiyonunu inhibe eder ek  kemokin ve lnterlökin 8 salınımını engeller.  Obezlerde,  hsCRP ve lnterlökin 6 seviyeleri belirgin artmış , aynı zamanda F.prausnitzii miktarı azalmıştır. Bu hastalarda F.prausnitzii miktarı arttırıldığında mukoza korunabilir ve inflamatuar reaksiyonlar azaltılabilir (4).

Goblet hücrelerinden üretilen mukus yapımına katkıda bulunan A.muciniphila türleri de fazla kilolu kişilerde sıklıkla azalmıştır. Mukus, intestinal epitel hücrelerinin üzerini örterek kimyasal ve mekanik etkilerden koruyan bir bariyer oluşturur. Yüksek yağlı diyetle beslenen kişilerde Akkermansia muciniphila miktarının belirgin olarak azaldığı gösterilmiştir. Bu kişilerin diyetine olligosakkaritler içeren prebiyotikler eklenerek bakteri sayısı kısmen arttırılabilir. Hayvan deneylerinde A. muchiniphila desteğinin kilo vermeye, mukoza tabakası gelişimine, açlık kan glukozu ve insülin direncini azaltmaya olumlu etkileri gösterilmiştir. İnsanlar üzerinde de benzer sonuçlar elde edildiği bildirilmektedir (10).

2. İntestinal İnflamasyon

İrritabl bağırsak sendromu, pek çok kişide rastlanan, yaygın, uzun süreli ve ataklarla kendini gösteren bir klinik tablodur. Son çalışmalarda irritabl kolon yakınmaları ve Crohn hastalığı olan kişilerde F. prausnitzii miktarının yaklaşık %30 oranında azaldığı gösterilmiştir. F. prausnitzii türlerinin anti inflamatuar etkisi olan butirat üretiminde en önemli rolü oynadığı ve butiratın Faktör NF-kB ve IL-8 üzerindeki inhibitör etkisi düşünüldüğünde, bu azalma mukoza üzerindeki anti inflamatuar etkiyi olumsuz yönde etkilemektedir (4,6)

Crohn hastalığı tanısı yeni konulmuş çocukların yaklaşık %70’inde Campylobacter türleri izole edilmektedir. Bu sebeple dışkıda Campylobacter türleri izole edildiğinde probiyotik verilmesinin patojenik bakterileri azaltacağı yönünde tartışmalar giderek artmaktadır (11).

“Aşırı geçirgen bağırsak sendromu (leaky gut syndrome)” intestinal mikrobiyota ile yakından ilişkili olduğu öne sürülen bir klinik paterndir. Bu kişilerde A. muchinophilia ve F. prausnitzii miktarları azalmıştrı. Bağırsak hücreleri yan yana dizilmiş tuğlalar gibidir. Aralarında da tuğlalar arasındaki çimento diyebileceğimiz “sıkı bağlantılar” vardır. Böylelikle istenmeyen maddeler buradan bağırsağın dışına (yani vücudun içine) geçemezler, bağırsak içinde kalarak kalınbağırsaktan atılırlar. Bağırsak hücrelerinin şeklinin ve hücreler arasındaki bağlantının sağlıklı olması için hücrelerin gergin durması gerekir, bu da bağırsakların gergin durmak için yeterli enerjisi olduğunda gerçekleşir. F. prausnitzii türleri besinlerle alınan polisakkaritleri kullanarak kısa zincirli yağ asidi oluştururlar. Kısa zincirli yağ asitlerinden de enerji üretilir. Bağırsağın hemen dış yüzeyinde, bağırsaktan geçen maddeleri inceleyen bağışıklık sistemi hücreleri vardır. Bağırsaktan aşırı bir geçiş olduğu zaman bu bağışıklık sistemi hücreleri aktifleşirler ve bir reaksiyon başlatırlar ama bu reaksiyon hastalık oluşturmayacak kadar azdır.

Buna düşük düzeyli inflamasyon denir. Düşük düzeyli inflamasyon, bağırsak geçirgenliği devam ettiği sürece bitmez, bu da uzun zamanda vücudun bütün enerjisinin bağışıklık sistemi hücreleri tarafından kullanılmasına sebep olur. Dolayısıyla ihtiyacı olan diğer organlara yeterli enerji gidemez ve bu organlarda bazı problemler oluşmaya başlar. Aşırı geçirgen bağırsak sendromunun bir diğer kötü yanı da içeri giren istenmeyen maddelerin vücudun zayıf olan dokularına giderek orada birikmesi ve uzun süreçte bağışıklık sisteminin bu dokulara saldırması ile otoimmün hastalıklara sebep olmasıdır (12,13).

3. İntestinal Tümörler ve İntestinal Kanserler

Diğer bilinen kanserojen etkilerin yanı sıra asitler, özellikle hidrojen sülfat atipik hücre gelişimini arttırır, mukoza iritasyonu yaparak kolorektal kanser yatkınlığına neden olur. Sülfat üreten bakteriler Desulfomonas piger, Desulfovibrio piger ve H2S üreten Clostridium türleridir. Dışkı mikrobiyom analizinde sülfat üreten bakterilerde sayıca artış görüldüğünde pro-prebiyotik terapileri uygulanabilir.

İntestinal tümörlerde de intestinal mikrobiyotanın değiştiği gösterilmiştir. Bu kişilerde sıklıkla F. prausnitzii miktarı saptanamayacak kadar azalmıştır (13).

4. Artrit

Romatoid artritli hastaların intestinal mikrobiyomlarında hastalığın gelişimi ve progresyonuna paralel olacak şekilde bakteriyel dengesizlikler saptanmaktadır . Örneğin Prevotella copri bağırsak mikroflorasında fizyolojik sınırlarda yer aldığında bağışıklık ve sindirim sistemi için yararlıdır. Ancak romatoid artritli hastalarda Prevotella copri ve diğer prevotella türlerinin miktarının çok arttığı saptandığı bildirilmektedir. Bu durumun diğer yararlı bakterilerin üremelerini ve fonksiyonlarını gerçekleştirmelerini engellediği öne sürülmektedir (14).

5. Otizm

Otizmde genetik faktörler büyük rol oynar. Bununla beraber başka pek çok faktör de hastalık gelişimine sebep olabilmektedir. Otistik spektrumu içeren klinik yakınmalara pek çok bağırsak hastalığı da eşlik etmektedir. Çalışmalar antibiyotik kullanımının sadece bağırsak şikayetlerini kolaylaştırmakla kalmadığını, otizmin diğer semptomlarında da artışa yol açtığını göstermektedir. İntestinal mikrofloranın beyin- barsak ekseni üzerinden, beyin gelişimine de katkıda bulunduğu öne sürülmektedir. Bağırsak biyoçeşitliliğinin bozulmasının otizm gelişimine yol açmasının yanı sıra, semptomların şiddetini de arttırdığı bildirilmektedir. Otizmli çocuklarda toksin üreten Clostridium türlerinin arttığı saptanmaktadır. Otizmli çocuklarda , normal nörolojik gelişimi olan kontrol grubuna göre daha fazla miktarda Clostridium türleri izole edilmektedir. Ancak Clostridium türlerinin fazlalığının otizm başlangıcı ve gelişiminde nasıl rol aldığı henüz tam anlaşılamamıştır. Otizmli çocukların dışkılarında Clostridium türlerinin toksin üreten türleri saptandığında uygun probiyotik kullanılması önerilmektedir (7,15).

6. Alzheimer Hastalığı

Yeni bir çalışmada Alzheimer hastalarının intestinal mikrofloralarında F. prausnitzii miktarının %100 oranında azaldığı gösterilmiştir (n=52). Ayrıca bu hastaların dışkılarının %87.5’inde kalprotektin, antitripsin gibi inflamasyon indikatörlerinin arttığı saptanmıştır. hsCRP değerleri bu hastaların %91′ inde yüksektir. Bu veriler vücutta sistemik bir inflamasyon varlığını göstermekte, F. prausnitzii miktarındaki azalmanın, bu inflamasyonun nedeni olabileceği öne sürülmektedir (16). Sonuç olarak, kişisel bağırsak mikrobiyotasının belirlenmesi ile kişiye özel tavsiye ve tedavi yaklaşımları mümkün olmaktadır.

Kaynaklar:

  1. Turnbaugh, P.J.; Ley, R.E.; Hamady, M.;Fraser-Liggett,C.M.; Knight, R.; Gordon,J.I. (2007). “The Human Microbiome Project”. Nature 449: 804-81O.
  2. Bull M.J., Plummer N.T.. Part 1: The Human Gut Microbiome in Health and Disease. in: lntegrative Medicine: A Clinician’s Journal 13(6), S. 17-22, 2014
  3. Jandhyala, S. M. et al: Role of the normal gut microbiota. in: World J Gastroenterol 21(29), S.8787-8803,2015
  4. Miquel, S. et al.: Faecalibacterium prausnitzii and human intestinal health. in: Curr Opin Microbiol. 16(3), S. 255-261, 2013
  5. Everard A., et al.: Cross-talk between Akkermansia muciniphila and intestinal epithelium controls diet-induced obesity. in: PNAS 110(22), S. 9066-9071, 2013
  6. Ramezani, A. et al.: The Gut Microbiome, Kidney Disease, and Targeted lnterventions. in: JASN 25(4), S. 657-670, 2014
  7. Song, Y. et al.: Real-Time PCR Quantitation of Clostridia in Feces of Autistic Children . in: AEM 70, S.6459-6465,2004
  8. The NIH HMP Working Group et al.: The NIH Human Microbiome Project. in: Genome Res. 19, S. 2317-2323, 2009.
  9. Kasai et al. Comparison ofthe gut microbiota composition between obese and non-obese individuals in a Japanese population, as analyzed by terminal restriction fragment length polymorphism and next-generation sequencing BMC Gastroenterology (2015) 15:100 DOI10.1186/sl 2876-015-0330-2
  10. Everard, A. et al.: Cross-Talk between Akkermansia muciniphila and lntestinal Epithelium Controls Diet-lnduced Obesity. in: PNAS 110(22), S. 9066-9071, 2013
  11. Deshpande, N. P. et al.: Comparative genomics of Campylobacter concisus isolates reveals genetic diversity and provides insights into disease association. in: BMC Genomics 14, 585, 2013
  12. Michielan, A. et al.: lntestinal Permeability in lnflammatory Bowel Disease: Pathogenesis, Clinical Evaluation, and Therapy of Leaky Gut. in: Mediators of lnflammation, 2015, 628157
  13. Nava G.M. et al.: Abundance and diversity of mucosa-associated hydrogenotrophic microbes in the healthy human colon. in: The iSME Journal 6(1), S. 57-70, 2012
  14. Seher, J. U. et al.: Expansion of intestinal Prevotella copri correlates with enhanced susceptibility to arthritis. in: elife, 2, e0l 202, 2013
  15. Smith, P.A.: Brain, meet gut. in: Nature 526, S. 312-314, 2015
  16. Leblhuber, F. et al.: Elevated fecal calprotectin in patients with Alzheimer’s dementia indicates leaky gut. J Neural Transm (Vienna) 122(9) S. 1319-1322, 2015
  17. Mandal, S. et al.: Analysis of composition of microbiomes: a novel method for studying microbial composition. in: MEHD 26, S. 27663-27670, 2015

PROSTAT KANSERİNDE ProPSA

Yazı Boyutunu Değiştirebilirsiniz

Prostat kanserinde proPSA testi hakkında bilgilendirici görsel

Prostat kanserinde proPSA testi, erken teşhis ve risk değerlendirmesinde kullanılan önemli bir biyobelirteçtir.

 

PROSTAT KANSERİNDE ProPSA – Sesli Anlatım

Prostat Kanserinde ProPSA hakkında sesli bültenimizi dinlemek için aşağıdaki Media Player’a tıklayınız.

 

Prostat kanseri Batı toplumlarında erkeklerde en sık görülen kanser türüdür. Kanser ölümlerinde ikinci sırayı almaktadır.

PSA (Prostat Spesifik Antijen) prostat kanseri tanısında en yaygın kullanılan tümör belirtecidir. Bununla beraber PSA prostat kanseri için tek başına tanı koydurucu bir test degildir; 1O ng/mL’nin altındaki değerlerde hastalığı saptamadaki duyarlılığının düşük olması sakınca yaratmaktadır.

PSA değeri, kanser dışında prostat bezinin iyi huylu büyümesi ve iltihabında artar. Aynı zamanda, uzun süreli bisiklete binme, idrar sondası uygulaması veya rektal muayene gibi ürolojik prosedürlerde prostat bezinin fiziksel olarak etkilenmesine bağlı olarak değerler artabilir.

Total PSA değeri 4-1O ng/mL arasında olan hastalarda PSA’nın özgüllüğünü artırmak için kullanılan parametrelerden günümüzde en sık kullanılanı serbest PSA’nın total PSA’ya oranıdır. Bu oranın düşük olması kanser lehine değerlendirilirken yüksek olması kanser dışı nedenleri akla getirmektedir. Ancak yine de bazı düzeylerde iyi huylu – kötü huylu ayrımında yeterli olmamaktadır.

Son yıllarda bu alanda yapılan çalışmalar, hem yüksek oranda prostat kanserini yakalayan hem de gereksiz biopsi oranını azaltabilen ideal bir tümör belirleyicisini bulmaya yönelik olmuştur. Bu konuda yapılmış pek çok çalışma sonucunda saptanan belirteç proPSA (p2PSA)’dır. Klinik araştırmalardan elde edilen bulgular da prostat kanserini belirleyici tanıda proPSA‘nın diger PSA parametrelerine göre daha yüksek hassasiyete sahip olduğunu göstermektedir.

Ayrıca yapılan çalışmalar proPSA düzeyinin kanserin klinik önemi, patolojik evresi, tümör hacmi ve tümör sınıfı ile de ilişkili olduğunu göstermektedir.

ProPSA’nın yüksek duyarlılıkla geliştirilen analiz yöntemi ile birlikte PSA ve serbest PSA değerinin matematiksel kombinasyonu şeklinde değerlendirilmesi sonucunda phi (prostate health index) geliştirilmiştir; phi, prostat kanseri olasılığını gösteren önemli bir belirteçtir. Yüksek phi değerlerinin yüksek kanser olasılığı ile ilişkili olduğu belirtilmektedir.

Sonuç olarak proPSA, PSA değeri 2-1O ng/mL aralığında, yani gri alanda olan erkeklerde, prostat kanseri ile prostat büyümesi arasında daha üstün bir ayırım sağlamaktadır.

Prostat kanserinde proPSA testi ve idrar yolları ile ilişkili görsel

proPSA testi, prostat kanseri tanı ve risk değerlendirmesinde kullanılan modern biyobelirteçlerden biridir.

Popüler Bülten

Web sitemizde yer alan içerikler, yalnızca genel bilgilendirme amacıyla hazırlanmıştır. Sağlıkla ilgili sorularınız, şüpheleriniz veya tedavi süreçleriniz için mutlaka hekiminize başvurmanız gerekmektedir. Buradaki bilgiler tıbbi tanı ve tedavi yerine geçmez.

Genital Panel

Genital Panel

Cinsel temasla bulașan hastalık etkenlerinin alınan tek bir örnekte tespiti. Yöntem: Real-Time PCR

Cinsel temas ile bulaşan hastalıklar, çoğunlukla şikayet oluşturmadan veya hafif şikayetlerle uzun süre tanı konulmadan seyredebilir. Etken ne olursa olsun en sık rastlanan klinik bulgular genital akıntı, ülser ve siğildir. Kesin tanı için laboratuvar testlerine ihtiyaç vardır ve hızlı tanı, hastanın tedavisi ve klinik takibi için önemlidir. Bu nedenle, cinsel temas ile bulaşan farklı mikroorganizmaları, tek bir hasta örneğinden aynı anda, en kısa sürede saptayabilen “Sendromik Multipleks PCR” yöntemi tercih edilmelidir. Cinsel temas ile bulaşan hastalıklarda erken tanı konulması ve gerekirse etkene yönelik tedavinin partner ile birlikte yapılması, hem fiziksel sağlık hem de üreme sağlığı açısından önem taşır.

GENİTAL PANEL İLE BAKILAN PATOJENLER

Chlamydia Trachomatis

Cinsel temas ile bulaşan ve tedavi edilmediği zaman özellikle kadınlarda kısırlık gibi geri dönüşü olmayan sonuçlara yol açan bir enfeksiyondur. Doğum sırasında anneden bebeğe de geçebilir. Bu hastalık hem erkekleri hem de kadınları etkilemektedir. Çoğunlukla kadınlarda şikayet oluşturmadan seyrettiği için, kişi kendisinde enfeksiyon olduğunu bilmeden partnerine bulaştırabilir.

Neisseria Gonorrhoeae

Bel soğukluğu olarak da bilinen gonore hastalığı, erkekte ve kadında beyaz, kötü kokulu akıntı ve idrar yaparken ağrı şikayetine neden olur. Şikayeti olmasa bile partnerinde tedavi edilmesi gerekir.

Mycoplasma genitalium/hominis

Laboratuvar ortamında “Multipleks PCR” yöntemi haricinde, saptanması oldukça zor olan ve genital sistemde ciddi inflamatuvar sendromlara yol açan bir bakteridir.

Ureplasma urealyticum/parvum

Hem kadın, hem erkekte normal florada bulunabilir. Bazı varyantları üretrit, infertilite (kısırlık), erken doğum, ölü doğuma neden olabilen bir bakteridir.

Trichomonas vaginalis

Kadınlarda vajinal, erkeklerde ise üretral enfeksiyonlara neden olur.

Gardnerella vaginalis

Vajinitin en sık nedenidir. Kirli, beyaz renkli, kötü kokulu bir akıntı, kaşıntı, yanma, cinsel ilişki sırasında ağrıya neden olur.

Herpes Simplex Virüs Tip 1

Genellikle ağızda uçuk ve yaralara neden olurken, daha az sıklıkla genital bölgede de enfeksiyona neden olabilir. Enfeksiyon sonucu oluşan veziküllerin veya içeriğindeki sıvıların öpüşme, cinsel ilişki ve dokunma gibi yollarla başkalarına bulaşması sık görülür.

Herpes Simplex Virüs Tip 2

Genital bölgede uçuk benzeri yaraların en sık nedenidir. Genital herpeste döküntü ağrılı olabilir ve ağrılı cinsel birleşme şikayeti ile ortaya çıkabilir. Cinsel temastan yaklaşık 2-20 gün sonrasında gelişir.

Treponema pallidum

Sifiliz (frengi) hastalığının nedeni olup, cinsel temas ile bulaşmanın yanı sıra kan transfüzyonu yoluyla da bulaşabilmektedir. Aynı zamanda anneden bebeğe, hamilelik ya da doğum sırasında bulaşabilir.

Candida albicans

Kadınlarda çok yaygın görülen bir vajinal mantar enfeksiyonudur. Vajinada yanma, kaşıntı, yoğun beyaz akıntı, sık idrara çıkma, cinsel ilişki sırasında ağrıya neden olur.

ÖRNEK ALMA

Genital Panel Testinde bakılan infeksiyon etkenleri dış ortama dayanıksız olduğundan, hasta örneğinin uygun şartlarda alınması ve uygun transport besiyerlerine konulması gerekmektedir. Erkeklerde, örneğin sabah ilk idrar örneği olması veya hastanın son 2 saat içerisinde idrar yapmamış olması ve/veya üretra akıntısı örneği alındıktan sonra idrarın alınması önerilir. Hastaya varsa sünnet derisi geri çekilerek steril kap içine idrarın ilk 10-15 ml’sini yapması söylenir. Testin idrar örneğinde çalışılabilmesi, örnek alım kolaylığı açısından bir avantajdır. Kadınlarda jinekolojik muayene sırasında servikal sürüntü örneği alınmalıdır. Muayene öncesinde laboratuvarımızdan örnek alımı ve transportu için gerekli olan malzeme temin edilmelidir.

Genital Pane Örnek Alma

Örnek Alma

Dar ve geniş içerikli Genital Panel testi kapsamlarını aşağıda görebilirsiniz;

Genital Panel Dar 1

  • Mycoplasma genitalium
  • Trichomonas vaginalis
  • Mycoplasma hominis

Genital Panel Dar 2

  • Chlamydia trachomatis
  • Neisseria gonorrhoeae
  • Ureaplasma urealyticum / parvum

Genital Panel Geniş

  • Chlamydia trachomatis
  • Neisseria gonorrhoeae
  • Mycoplasma genitalium
  • Trichomonas vaginalis
  • Mycoplasma hominis
  • Ureaplasma parvum
  • Ureaplasma urealyticum
  • Gardnerella vaginalis
  • Herpes Simplex Virus 1
  • Herpes Simplex Virus 2
  • Treponema pallidum
  • Candida albicans

 

ISAC Alerji Testi

ISAC Alerji testi tanısını çok üstün bir seviyeye taşıyan yepyeni bir yöntem. Moleküler Alergoloji’de hastanın spesifik IgE profilini detaylı bir şekilde veren özgün alerjen komponentlerine sensitizasyon ölçülür. Bu sayede, çapraz reaksiyona bağlı semptomlar açıklanır ve hastanın yönetiminde risklerin değerlendirilmesine yardımcı olur.

ISAC Alerji testi ise 48 farklı ana alerjen kaynaktan 112 alerjen komponentinin aynı anda tespit edilmesini sağlar. Duyarlı hastaların gerçek sensitizasyon profiline ışık tutarken, çapraz reaksiyona giren proteinler sayesinde ISAC Alerji testi, proteinlerin türetildiği 48 ana alerjen kaynağa ek olarak yüzlerce alerjen komponent hakkında bilgi verebilir.

ISAC: Moleküler Alerji Paneli - 14.05.2018 - BİLİMSEL BÜLTENLER - Biruni Laboratuvarı - 0850 241 77 88

Alerji testi, normalde zararlı olmayan bir maddeye karşı vücudun aşırı reaksiyonudur ve eski Yunanca’ da “değişik reaksiyon” anlamına gelir. Alerjenler genellikle protein veya glikoprotein, nadir olarak da polisakkarid yapısında makro moleküller olup, insanda IgE antikor cevabını indüklerler.

Son yıllarda alerjik hastalıkların sıklığının giderek artması nedeniyle, tanısal yaklaşım büyük önem kazanmaktadır. Alerjik hastalıkların tanısında, tüm hastalıklar da olduğu gibi ilk basamak, hastanın semptomlarının ayrıntılı sorgulandığı iyi bir öykü alınması ve özellikle alerjik hastalıkların klinik belirtilerinin arandığı sistemik bir muayenenin yapılmasıdır. Öykü ve fizik muayene sonrasında uygun laboratuvar testlerinin istenmesi ve bunların klinik yorumu son derece önemlidir.

Alerjiler, başta sanayileşmiş ülkeler olmak üzere sağlık ve sosyoekonomik açıdan dünya genelinde çok büyük bir yüktür. Avrupa’daki nüfusun % 40’dan fazlası halen en az bir alerjiden muzdariptir. Bu alerjik hastaların yaklaşık % 70’i polisensitizedir. Çocuklar genellikle atopik dermatit, alerjik rinit ve alerjik astımdan etkilenmektedir. Konvansiyonel tanıları tamamlayan, doğruluğu yüksek in vitro tanılar; optimal hasta yönetimi ve etkili tedavi için gereklidir. Multipleks sistemler, tek bir testte kapsamlı ve ayrıntılı bir hasta profili sunarak tedavi prosedürlerini düzenler.

Spesifik IgE antikorları, insan serumunda ve plazmasında spesifik bir alerjene karşı geliştirilen sensitizasyon sonucu görülür. Dolaşımdaki IgE antikorlarının ölçümü, bir alerjene duyarlılığın nesnel olarak değerlendirmesini sağlar. Genel olarak düşük IgE antikoru seviyeleri düşük bir klinik hastalık olasılığına işaret ederken, alerjene karşı yüksek antikor seviyeleri klinik hastalıkla korelasyon halindedir.

Kantitatif testin klinik değeri

  • IgE antikorlarının artışı, klinik semptomlar oluşmadan sensitizasyonu erken bir aşamada tespit edilebilir.
  • Alerjik hastalığın ilerlemesini anlamada yardımcı olur.
  • Alerjenin yükünü açıklamaya yardımcı olur.
  • Hastalığın yönetilebilmesi için uygun tedavinin belirlenmesine olanak sağlar.

ImmunoCAP Ana Alerjenler ve ImmunoCAP Komponentler

Alerji tanısı, hastanın ayrıntılı bir olgu öyküsü, klinik gözlemler ve Spesifik IgE testinin sonuçlarına dayanır. IgE antikorlarının varlığını saptamak için ImmunoCAP Alerjenleri veya ImmunoCAP Alerjen Komponentleri kullanmak, şüpheli alerji hastalarının güvenilir tanılarına yardımcı olmak için, ana alerjen veya alerjen alt komponentleri tespit etme imkanı sağlar.

  • Spesifik IgE antikor düzeylerini bilmek, aşağıdaki konularda rehberlik eder:
  • Her hastaya uygun bireysel tedavi yöntemi belirleme
  • Hedef alerjene maruz kalınmasının azaltılması
  • Toleransın gelişiminin takibi (gıda alerjisi, spesifik immünoterapi)
  • Optimize edilmiş bireysel tıbbi tedavi planlarının kolaylaştırılması (zaman ve doz)

ImmunoCAP Ana Alerjenlerin Klinik Değeri

ImmunoCAP alerji testinden gelen sonuçlar, alerjik reaksiyona neden olan spesifik alerjeni tespit etmek ve negatif olan alerjenleri elimine etmek için kullanılır. Sonuçlar, zamanla antikorların spesifik IgE seviyelerinin izlenmesinde de yardımcı olabilir. IgE antikorlarının artışı, erken tanı aşamasında saptanabilir, bu da klinik semptomlar gelişmeden önce sensitizasyona işaret eder ve aşağıdaki risk altındaki hastaların tanımlanmasına yardımcı olur:

  • Alerji gidişatı – Ciltte oluşan semptomların solunum semptomlarına dönüşmesi
  • Şiddetlenme – Hafif semptomların şiddetli semptomlara dönüşmesi
  • Kronikleşme – Yinelenen semptomların kalıcı semptomlara dönüşmesi

ImmunoCAP Alerjen Komponentlerin Klinik Değeri

Moleküler Alergoloji, alerji tanılarına yönelik en son teknolojiye sahip yaklaşımdır. Burada tanımlanan tekli alerjen bileşenleri, geleneksel olarak kullanılan alerjen ekstraktları yerine, moleküler protein bazlı spesifik IgE’lerin saptanması için kullanılır (Şekil 1). Tekil alerjen komponentleri doğrudan alerjen kaynağından izole edilen veya rekombinant şekilde üretilen, yüksek oranda saflaştırılmış proteinlerdir.
Bu komponentlere karşı geliştirilen hassasiyetler ayrı tekil testlerle ölçülerek hastanın hangi komponente duyarlı olduğu kesin moleküler seviyede belirlenir. Bu durum alerjen ekstraktlarını baz alarak yapılan testlerden daha yüksek seviyede standardizasyon ve ayırt edici tanı imkanı sağlar. Moleküler Alergoloji sistemleri, alerjinin hassas tetikleyicisini belirleyebildikleri için, risk değerlendirmesi ve tedavi kararlarını kolaylaştıran güçlü bir tanı oluşturma aracıdır.

ISAC: Moleküler Alerji Paneli - 14.05.2018 - BİLİMSEL BÜLTENLER - Biruni Laboratuvarı - 0850 241 77 88

Şekil 1. Temel bir alerjen kaynağından, özgün alerjen komponentleri

Alerjen komponentleri bize ne anlatabilir?

Alerjen komponentleri, yapısal benzerliğe sahip olarak farklı protein aileleri altında gruplanmış proteinlerdir. Kaynaklarda farklı miktarlarda bulunan ve farklı kararlılıklara sahip bu komponentlere karşı geliştirilen hassasiyetin nedeni ortak grup özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Bu proteinlerin özelliklerine bağlı olarak, hastanın geliştirdiği sensitizasyon farklı sonuçlar doğurur. Bazı alerjen komponentleri spesifik, bazıları çapraz reaktiftir.

Moleküler Alergoloji Başka Hangi Katkıyı Sağlar?

Moleküler Alergoloji ile gelişmiş tanı için temel bir alerjen kaynağından, özgün alerjen komponentleri üretilebilir. Bu komponentlere karşı sensitizasyon ayrı bir testte bireysel olarak ölçülür ve kesin bir moleküler seviyede, hastanın hangi komponente duyarlı olduğu belirlenir. Bu bilgi, alerjinin yüksek hassassiyetle teşhisi için temel sağlar. Moleküler Alergoloji’de ekstrakt bazlı testler, komponent spesifik analizlerle birlikte kullanılır.

Ekstrakt hastanın hangi alerjen kaynağına karşı sensitizasyon gösterdiğinin cevabını verirken, alerjen komponentleri risk, spesifiklik ve çapraz reaksiyon hakkında hayati bilgilerin elde edilmesini sağlar.

1) Klinik reaksiyon riskini belirler

Moleküler Alergoloji, sensitizasyonla bağlantılı risk üzerine sonuçlar çıkarır. Kararlı alerjen komponentlerine sensitizasyon, sistemik reaksiyonların yanı sıra lokal reaksiyonları da ortaya çıkarabilirken, kararsız komponentlere sentisizasyon esas olarak lokal reaksiyonlarla bağlantılıdır.

ISAC: Moleküler Alerji Paneli - 14.05.2018 - BİLİMSEL BÜLTENLER - Biruni Laboratuvarı - 0850 241 77 88

Şekil 2. Sık görülen alerjen proteinleri ile ilişkili risk düzeyleri

Spesifik komponentler – alerji kaynaklarını açığa çıkaran benzersiz ipuçları sağlar.

Her alerjen kaynağı tipik olarak hem spesifik hem de çapraz reaktif alerjen komponentleri içerir. Spesifik alerjen komponentler, hemen hemen elde edildikleri kaynaklarla benzersiz olarak ilintilidir ve sadece sınırlı sayıdaki yakından ilişkili türlerde az miktarda bulunur. Her alerjen kaynağı bir veya birkaç spesifik alerjen komponenti içerebilir. Bunların herhangi birine sensitizasyon, kişide gerçek bir sensitizasyon olduğunu gösterir; bu ilgili alerjen kaynağının klinik semptomların başlıca nedeni olduğu anlamına gelir.

2) Çapraz reaksiyona bağlı semptomları açıklar

Çapraz reaksiyon veren antikorlar tarafından ortaya çıkarılan semptomlar, hasta yönetimi ve uygun kaçınma tavsiyesi vermek için önemli olan gerçek sensitizasyonun neden olduğu belirtilerden ayırt edilebilir. Sadece çapraz reaksiyon sensitizasyonun tespit edildiği durumlarda, primer sensitizörü bulmak gereklidir.

Çapraz reaktif komponentlerin tanımlanması

Tedaviye başlamadan önce alerjinin tam tetikleyicisinin tespit edilmesi önemlidir. Bununla birlikte hastaların; deri testlerinde ve ekstrakt bazlı antikor testleri gibi klinik testlerde alerjenlerin çapraz reaksiyon göstermesi yaygın karşılaşılan bir durumdur. Allerjen kaynaklarının ve en önemli pan-alerjenlerinin her birinin bileşenlerinin analizi, alerji semptomlarının tam tetikleyicilerinin hızlı ve doğru bir şekilde tespit edilmesini sağlar.

Çapraz reaksiyon, huş ağacı poleniyle ilişkili gıda alerjisi, bir çok huş poleni alerjisi hastasını etkileyen bir sendrom tarafından örneklenebilir. Çapraz reaksiyonun temelini oluşturan moleküler sebep, huş ağacı polen alerjisi olan hastaların Bet v 1 komponentine özgü spesific IgE antikorlarına sahip olmalarıdır. Bet v 1, pek çok gıdada ilgili proteinlere, örneğin soya ve yer fıstığı ile yapısal benzerliğe sahiptir. Böylece, hastanın Bet v 1 huş ağacına karşı IgE antikorları soya ya da fıstık bu ilgili proteinlerle çapraz reaksiyona girer.

ISAC: Moleküler Alerji Paneli - 14.05.2018 - BİLİMSEL BÜLTENLER - Biruni Laboratuvarı - 0850 241 77 88

Şekil 3 : PR-10, Protein- ısıya ve sindirime duyarlıdır. Pişmiş gıdalar sıklıkla tolere edilir. Çoğunlukla OAS gibi lokal semptomlar ile ilişkilidir. Polenlere, meyve ve sebzelere gösterilen alerjik reaksiyonlarla ilişkilidir.

3) Uygun Terapinin Seçimi- Spesifik İmmünoterapi (SIT) için doğru hastaları belirlemeye katkıda bulunur.

Başarılı bir Spesifik İmmünoterapi için spesifik alerjen komponentlerine karşı sensitizasyonun belirlenmesi gereklidir. İlgili alerjen kaynağından ekstrakte edilen komponente karşı gerçek bir sensitizasyon geliştiren hastalarda uygulanacak tedavinin sonucu bu bulgular ışığında olumlu yönde olacaktır. Hasta birincil olarak alerjen ekstraktlarının ana bileşenlerine karşı hassaslaştığı zaman SIT’lerin başarı olasılığı yüksektir. Sadece moleküler alerji tanıları bu tür derinlemesine bilgileri sunabilir. Daha sonra en uygun tedavi yöntemi seçilebilir ve hastalar gereksiz yere alerjenlerden uzak durma stresinden veya etkisiz SIT’lerden kurtulur.

ISAC: Moleküler Alerji Paneli - 14.05.2018 - BİLİMSEL BÜLTENLER - Biruni Laboratuvarı - 0850 241 77 88

Şekil 4 : Rekombinant alerjen bazlı tanı testleri ile huş ağacı ve çayır otu alerjene özgü spesifik immunoterapi

Protein Stabilitesi ve Miktarı

Gıda alerjeni komponentleri, ısıtılmaya ve sindirime karşı farklı stabilite gösterir ve alerjen kaynağındaki içerikleri değişebilir. Hem stabilite hem de miktar, komponentin ait olduğu protein ailesi tarafından yansıtılır. Bu nedenle, hastanın sensitizasyon profili ve tanımlanan komponentlerin hangi aileye ait olduğunu bilmek suretiyle sensitizasyonlar ile ilişkili riski değerlendirmek mümkündür.

ISAC: Moleküler Alerji Paneli - 14.05.2018 - BİLİMSEL BÜLTENLER - Biruni Laboratuvarı - 0850 241 77 88

Şekil 5 : Bir alerjen familyasındaki yapısal benzerliğe bağlı olarak allerjen moleküllerinin immünoglobulin E (IgE) seviyeleri.

a. 2S albüminleri (fındık, bakliyat ve tohumlarda stabil depolama proteinleri) arasında değişken, sınırlı çapraz reaktivite.

b. Bet v 1-PR-10 homolog gıda alerjenleri arasında değişken çapraz reaktivite.

c. Profilinlerin güçlü şekilde korunmuş ve benzer yapısına bağlı olarak yüksek çapraz reaktivite (polen, lateks ve gıdalarda)

Örneğin yumurta alerjisinde Gal d1 (ovomukoid) ana alerjendir ve alerjik reaksiyon şiddetinin bir göstergesi olarak kullanılır. Isıya-duyarlı Gal d2 (ovalbümin), Gal d3 (konalbümin) ve Gal d4 (lizozim) bileşenlerine karşı duyarlılıklar, yalnızca çiğ veya hafif pişmiş yumurta tüketimiyle ortaya çıkan belirtilerle ilişkilidir. Ovalbümin aşılarda kullanılır ve lizozim koruyucu madde olarak kullanılır, dolayısıyla bu bileşenlere karşı duyarlılığı olan hastalar ilgili bileşeni içeren ilaç veya gıda ürünlerine karşı reaksiyon gösterebilir. Yine benzer şekilde Bos d8’e (kazein) karşı reaksiyon, süt ve süt ürünlerine karşı güçlü bir alerjiye işaret eder. Kazein sıklıkla bir katkı maddesi olarak kullanılır, bu nedenle kazeine karşı duyarlılık çikolata veya patates cipsi gibi pek çok farklı gıdalara karşı duyarlılığa neden olabilir. Bos d (laktoferrin), Bosd4, Bos d5 ve Bos d6 bileşenleri ısıya karşı duyarlıdır ve bu bileşenlere karşı duyarlılıklar esas olarak taze süte karşı olan reaksiyonlarla ilişkilendirilir. Bos d6’ya (sığır serum albümini) karşı antikorlar ayrıca sığır etine karşı bir reaksiyona da neden olabilir.

ISAC: Moleküler Alerji Paneli - 14.05.2018 - BİLİMSEL BÜLTENLER - Biruni Laboratuvarı - 0850 241 77 88

Şekil 6 : Alerji tanısı için serolojik testler

ImmunoCAP ISAC Alerji Testi(İmmuno Solid-phaseAllergenChip)

ISAC: Moleküler Alerji Paneli - 14.05.2018 - BİLİMSEL BÜLTENLER - Biruni Laboratuvarı - 0850 241 77 88

Serumda IgE antikorlarının saptanması tip I alerjilerin teşhisinde önemli bir rol oynamaktadır. Şu anda kullanılan ekstrat bazlı spesifik IgE antikorları yöntemi İmmunoCAP-FEIA, alerji tanısında altın standarttır. Ancak bu test sadece sınırlı sayıdaki alerjenlerin eşzamanlı
olarak belirlenmesine izin verirken, Immuno CAP ISAC, 48 farklı ana alerjen kaynaktan 112 alerjen komponentinin aynı anda tespit
edilmesini sağlar. Bu sistem diziye dayalı, biochip teknolojisidir ve alerjen komponentler için spesifik IgE antikorlarının ölçümünde en
gelişmiş in vitro tanı testidir. ISAC Alerji testi kapsamlı ve spesifik bir IgE antikor profili tanımlanmasını kolaylaştırır.

ImmunoCAP ISAC yarı kantitatif bir testtir ve sonuçlar, 0.3 – 100 ISU-E ölçme aralığı içinde spesifik IgE antikor düzeyleri ISAC Standart Birimlerde (ISU) bildirmektedir.

ISAC Alerji Testi Avantajları:

112 alerjenik proteinin eşzamanlı analizi,hastanın klinik durumuna neden olan alerjenleri tek bir kan örneğinden tam ve hızlı bir şekilde belirlememize olanak tanır. Alerjenik protein çalışmalarının çok geniş yelpazesi, beklenmedik hassaslaşmaları vurgulamayı ve/veya diğerlerini ekarte etmeyi mümkün kılmaktadır. Sonuç olarak analiz, kişiye özel bir tedaviye yol açarak, tanıdaki iyileşme ile bireysel bir sensitizasyon profili elde etmeyi sağlar. Bütün bunlar hastanın yaşam kalitesinin artmasına yardımcı olurken, analizin ekonomik maliyeti, tek tek spesifik IgE’lerin analiz edilmesinden çok daha azdır. Çoğu alerjik hasta sayısız alerjene pozitif test sonuçları verir ve farklı alerjenler ve reaksiyonların rolü ile ilgili kesin olmayan tıbbi geçmişi nedeniyle semptomların gerçek nedeni belirlenemeyebilir.

Bu hastaların tanı ve tedavisinde ImmunoCAP ISAC;

  • Duyarlı hastaların gerçek sensitizasyon profiline ışık tutar.
  • Şiddetli gıda ile ilgili reaksiyonlar için potansiyel riski ortaya çıkarır.
  • Tedaviye yetersiz yanıt veren hastalarda IgE antikor profilini belirler.

Çapraz reaksiyona giren proteinler sayesinde ImmunoCAP ISAC Alerji testi, proteinlerin türetildiği 48 ana alerjen kaynağa ek olarak yüzlerce alerjen komponenti hakkında bilgi verebilir. ImmunoCAP ISAC, beklenmeyen duyarlılıkları ortaya çıkarabilir veya geniş bir alerjen serisi için IgE sonuçlarını vererek alerjiyi ekarte etmeye yardımcı olabilir. Sonuç olarak, hastalar açısından etkili ve optimize edilmiş tedavi prensipleri daha erken başlatılabilir ve hasta sağlığı temin edilirken, yaşam kalitesi arttırılmış olur.

Çapraz reaksiyon veren alerjen komponentleri daha yaygın olarak dağılır ve çok geniş bir yelpazede alerjen kaynakları arasında paylaşılabilir. Yapısal benzerliklerinin yüksek olması nedeniyle, IgE antikorunun çapraz reaksiyonuna neden olabilirler.

Farklı protein ailelerinden gelen bileşenler şiddeti değişen belirtiler ortaya çıkarmaktadır. Dolayısıyla, moleküler profilleme bir hastada anafilaktik şok gibi ciddi sistemik reaksiyonlar riskinin düşük veya yüksek olup olmadığını belirleyebilir. Sonrasında, hayati tehlike oluşturan reaksiyon riski altındaki hastalara, alerjenden kaçınma ve acil durumlarda alınması gereken uygun tedbirler konusunda tavsiyelerde bulunulabilir. Örneğin, eğer bir hasta profilinler ailesindeki alerjenlere karşı duyarlı ise, genel olarak daha hafif semptomlar beklenebilir. Depo proteinleri ailesine ait alerjenlere karşı duyarlı olan hastalarda ise hayati tehlike oluşturan sistemik reaksiyonların görülme riski yüksektir. Ayrıca, protein ailelerinin ısıya dayanıklıklarında farklılıklar bulunması gıda alerjilerinde önemli bir rol oynamaktadır.

Oral alerji sendromu (OAS) prevelansı artmaktadır. Şu anda İngiltere’de birincil bakım uygulamalarında nüfusun yaklaşık % 2’sini etkilediği bildirilmektedir. Klinik öykü ile sıklıkla teşhis edilebilmesine rağmen, çiğ meyve veya sebzeleri veya bazen çiğ kuruyemişleri yedikten sonra tipik oral semptomları olan hastalar için doğrulayıcı testlere ihtiyaç artmaktadır. Oral alerji sendromu olan hastalar ile fındık alerjisi olan hastalar arasındaki semptomların çakışması, genellikle, hasta yönetiminde bilgilendirmek ve riski sınıflandırmak için mevcut testleri kullanarak daha kesin bir tanımlama gerektiren bir alandır. ISAC Alerji testi ile çok sayıda rekombinant proteinlerin test edilmesi hastaların PR-10 ve / veya profilin proteinlerine (sadece birleşik düşük şiddetli klinik reaksiyon riski) veya lipid transfer proteini veya fıstık depolama proteinlerine (şiddetli reaksiyon riski daha yüksektir) reaksiyonun açıklığa kavuşturulmasında özellikle yararlıdır.

ISAC Endikasyonları:

  • Polisensensitize olan hastalarda teşhisin iyileştirilmesi.
  • Özellikle konvansiyonel alerji testlerinin pozitif sonuçları ile semptomlar arasında net bir korelasyon gözlenmeyen hastalarda tanı hatalarını önlemek.
  • Alerjen Spesifik İmmünoterapi açısından oluşabilecek terapötik hataları önleme.
  • Allerji açısından tutarsız klinik geçmişi olan ve/veya tedaviye yetersiz yanıt veren vakaları değerlendirmek.
  • İdyopatik anafilaksi anamnezi olan hastaların değerlendirilmesi
  • Beklenmeyen duyarlılıkları saptamak.

ISAC ALERJEN PROTEİN AİLELERİ

ImmunoCAP ISAC Alerji testi tek bir adımda büyük bir miktarda alerjene ait spesifik IgE antikor bilgisi sağlar. Çapraz reaksiyona giren proteinler sayesinde ImmunoCAP ISAC, proteinlerin türetildiği 51 kaynağa ek olarak yüzlerce alerjen kaynağı hakkında bilgi verebilir.

ISAC Immunocap Çapraz Reaksiyon Haritasını İncelemek İçin Lütfen Tıklayınız

Depo proteinleri

  • Isıya ve sindirime dayanıklı proteinlerdir, dolayısı ile gıdaların pişirilmesi ile de reaksiyon verirler.
  • OAS’ye ek olarak daha şiddetli sistemik reaksiyonlara neden olurlar.
  • Yeni bitkilerin gelişiminde kaynak malzeme olarak yemiş ve tohumlarda bulunan proteinler.

 

Profilin (1)

  • Bu proteinler ısıya ve sindirime duyarlıdır. Pişmiş gıdalar sıklıkla tolere edilir.
  • Nadiren klinik semptomlarla ilişkilendirilmekle birlikte bazı hastalarda lokal ve hatta şiddetli reaksiyonlara neden olabilir.
  • Profilinler tüm polenlerde ve yiyecek olarak kullanılan bitkilerde mevcuttur.

 

PR-10 proteini, Bet v 1 homologu  (1)

  • PR-10 proteinlerinin bir çoğu ısıya ve sindirime duyarlıdır. Pişmiş gıdalar sıklıkla tolere edilir.
  • Çoğunlukla OAS gibi lokal semptomlar ile ilişkilidir.
  • Polenlere, meyve ve sebzelere gösterilen alerjik reaksiyonlarla ilişkilidir.

 

Polcalcin (Kalsiyuma bağlanan proteinler) (2)

  • Yiyecek olarak kullanılan bitkilerde yer almayan, polenlere karşı çapraz reaksiyonu belirleyen bir markerdır.

 

LTP (spesifik olmayan Lipid Transfer Proteinler, nsLTP) (1)

  • Isıya ve sindirime dayanıklı proteinlerdir, dolayısı ile gıdaların pişirilmesi ile de reaksiyon verirler.
  • Genellikle OAS (Oral Allerji Sendromu)’a ek olarak sistemik reaksiyonlarla ilişkilidirler.
  • Şeftali ve türevlerinin yetiştiği bölgelerde meyve ve sebzelere karşı gelişen alerjik reaksiyonlarla ilişkilidir.

 

CCD  (2)

  • Çapraz reaktif karbonhidratlara karşı geliştirilen hassasiyetleri belirleyen bir markerdır.
  • Alerjik reaksiyonlara çok nadir sebep olsa da CCD içeren polen, yiyecek olarak kullanılan bitkiler, haşereler ve zehirlerin IVD sonuçlarında pozitifliğe neden olabilir.

 

Lipokalin  (3)

  • Hayvanlarda sabit olarak bulunan önemli alerjenlerdir.
  • Hayvan türleri arasındaki sınırlı çapraz reaktiviteyi gösteren bir komponenttir.

 

Parvalbümin  (3)

  • Bu proteinler ısıya ve sindirime karşı dirençlidir. Pişmiş gıdalarda da reaksiyona neden olurlar.
  • OAS’ye ek olarak daha şiddetli sistemik reaksiyonlara neden olurlar.
  • Ana alerjen balıkta bulunur ve farklı balık türleri ve amfibiler arasında çapraz reaksiyonu belirleyen bir markerdır.

 

Serum albümini  (3,4)

  • Bu proteinler ısıya ve sindirime karşı oldukça hassastır.
  • Hayvanları farklı biyolojik sıvılarında ve bölgelerinde yer alırlar. Örn. inek sütü, kan, et ve epiteller.
  • Farklı yaygın memeli türleri arasındaki çapraz reaksiyonlara neden olurlar. Örn. Kedi-köpek domuz

ISAC ÖNEMLİ ALLERJEN KOMPONENTLERİ

Gal d 1, Ovomucoid (yumurta beyazı) (3)

  • Ovomucoid IgE antikorları kalıcı yumurta alerjisi ile ilişkili olup genellikle hem çiğ hem de pişmiş olarak tolere edilememektedir.

 

Tropomiyozin  (3)

  • Bu proteinler ısıya ve sindirime karşı dirençlidir. Pişmiş gıdalarda da reaksiyona neden olurlar.
  • OAS’ye ek olarak daha şiddetli sistemik reaksiyonlara neden olurlar.
  • Kas dokularında aktine bağlanan proteinler olup kabuklu deniz hayvanları, maytlar ve hamamböceği arasında çapraz reaksiyonu belirleyen bir markerdır.

 

Ara h 1, 2, 3, 6, 8 ve 9 (yer fıstığı) (3)

  • Ara h 1, 2, 3, 6 ve 9 (LTP) IgE antikorları OAS’ye ek olarak yer fıstığı kaynaklı sistemik reaksiyonlara neden olur.
  • Ara h 8 (PR-10) IgE antikorları genel olarak OAS gibi daha hafif lokal semptomlara yol açar. Sıklıkla huş ağacına bağlı hassasiyetlerle ilişkilidir.

 

Gly m 4, 5 ve 6 (soya) (3)

  • Soya fasülyesine alerjik hastalarda sıklıkla Gly m 5 ve Gly m 6. Gly m 5 & Ara h 1 ve Gly m 6 & Ara h 3 IgE antikorları bulunmakta, anılan sıralamaya göre doğru orantılı olarak mercimek gibi diğer baklagiller ile de yüksek derecede benzerlik görülmektedir. Bu baklagillerde bulunan depo proteinlere ait IgE nedeniyle çapraz reaksiyon ve klinik reaktivite görülebilir.
  • Gly m 4 (PR-10) IgE antikorları genellikle OAS gibi lokal semptomlarla ilişkili olup huş ağacı hassasiyetinden ortaya çıkmaktadır. Bununla birlikte, Gly m 4’e karşı şiddetli reaksiyonlar gösteren bazı vakalar da rapor edilmiştir. Örn. huş ağacı poleni mevsiminde, sıklıkla egzersiz ve az işlenmiş soyalı içecekler alımı ile kombine şekilde.

 

Alt a 1 (Alternaria) (3)

  • Alt a 1, astım gelişimiyle ilgili olan Alternaria’nın ana alerjenidir.

 

Tri a 19, Omega-5 gliadin (buğday) (5,6,7)

  • Yetişkinlerde Omega-5 gliadin (Tri a 19) IgE antikorları buğday alınımına bağlı olarak egzersiz veya Non Steroidal Antienflamatuar İlaçların kullanımına bağlı olarak tetiklenen reaksiyonlar ile ilişkilidir.
  • Omega-5 gliadin (Tri a 19) IgE antikorları çocuklarda buğdaya karşı ani reaksiyon riskiyle bağlantılıdır.

 

ISAC: Moleküler Alerji Paneli - 14.05.2018 - BİLİMSEL BÜLTENLER - Biruni Laboratuvarı - 0850 241 77 88

 

ImmunoCAP ® ÇAPRAZ REAKSİYON HARİTASI

ImmunoCAP ® Çapraz Reaksiyon Haritası

Artmış Bağırsak Geçirgenliği ve Zonulin

Yazı Boyutunu Değiştirebilirsiniz

Son yıllarda yapılan çalışmalar; bağırsakların,  besinleri sindirim ve emilimi ile su ve elektrolit homeostazisi yanı sıra mukozal bariyer aracılığı ile vücuda yabancı çevresel antijenlerin girişinin  önlenmesinde de anahtar rol oynadığını göstermiştir (1). Bağırsak geçirgenliğinin artması sonucu bir çok hastalık gelişebilir ve bu hastalıklar yalnız bağırsak hastalıkları olmayabilir. Tip I Diabetes Mellitus, Multiple Skleroz, Allerji gibi otoimmun hastalıkların yanı sıra birçok hastalık da artmış bağırsak geçirgenliğinin sonucu  ortaya çıkabilir.  Birçok hastalığın bağırsaklardan başladığını kanıtlayan birçok bulgu vardır. Ancak bu hastalıkların bağırsaklarda lokalize olmaması dikkat çekicidir ve diğer organlarda da oluşabilir.

Zonulin bağırsak geçirgenliği artışını gösteren önemli bir biyobelirteçtir.

Bağırsak duvarı, bağırsağın içini çevreleyen tek hücreli kalın epitelyal hücrelerden oluşmuştur ve insan vücudu ile dış dünya arasındaki en geniş yüzeyli bariyerdir. Bu bariyerin bütünlüğünün korunması ve geçirgenliğin kontrolü immün sistemin regülasyonu ve patojenlere karşı korunmada çok önemlidir.

Bağırsak lümeninden dolaşıma geçişte  iki yol bulunur. İlki enterositlerin fırçamsı kenarları boyunca ‘’transporter’’ (taşıyıcılar) aracılığı ile olur, buna transsellüler yol denir, pek çok besin maddesinin emilimi bu yolla olur. İkinci yol; hücreler arası boşluklardan parasellüler geçiştir. Bu yoldan iyonlar, suda çözünen moleküller ve nadir mikroorganizmalar geçiş yapar (2,3). Parasellüler geçiş ‘’tight junctions’’ (sıkı kavşaklar)  adı verilen protein yapıda kapılar tarafından kontrol edilir. Bu dinamik yapılar beslenme durumu, fiziksel aktivite, hormonal ve sinirsel sinyaller ve inflamatuvar medyatörler ile uyumlu şekilde açılır ve kapatılır (4,5). Bağırsak sıkı kavşakları (tight junctions); besinlerin optimal emilimi ve transportu yanı sıra vücuda yabancı antijenlere karşı tolerans ve immunite arasında denge oluşumunun sağlanmasında da görev alır. Günümüzde bağırsak sıkı bağlantılarının yapısı hakkında önemli bilgiler varolmakla birlikte, fizyolojisi ve patofizyolojisi hakkında bilgilerimiz nispeten sınırlıdır. Zonulin; bu sıkı kavşaklarda anahtar pozisyonunda fizyolojik ve reverzibl bir modülatördür. Bu protein mukozada oluşur ve bağırsak geçirgenliğini direkt olarak  kontrol eder (2,6,7).  Bağırsak lümenindeki bakteriler veya gıdalardaki tetikleyici maddeler (ör: gluten)  gibi uyaranlara yanıt olarak Zonulin lümene salınır ve epitel hücrelerinin apikal yüzeylerindeki reseptörlere bağlanarak sıkı kavşakların bütünlüğünün bozulmasına neden olan yolakları başlatır (8,9). Hücre içi sıkı bağlantılarının bilinen tek fizyolojik modülatörü Zonulin’in keşfi, bağırsak epitelyal parasellüler yolağın, karmaşık mekanizmalarını ve genetik olarak yatkın kişilerde bu mekanizmalardaki bozuklukların, otoimmün hastalıklara neden olduğunu anlamamızı sağladı.

Bağırsak lümeninden dolaşıma geçişte  iki yol bulunur. İlki enterositlerin fırçamsı kenarları boyunca ‘’transporter’’ (taşıyıcılar) aracılığı ile olur, buna transsellüler yol denir, pek çok besin maddesinin emilimi bu yolla olur. İkinci yol; hücreler arası boşluklardan parasellüler geçiştir. Bu yoldan iyonlar, suda çözünen moleküller ve nadir mikroorganizmalar geçiş yapar (2,3). Parasellüler geçiş ‘’tight junctions’’ (sıkı kavşaklar)  adı verilen protein yapıda kapılar tarafından kontrol edilir. Bu dinamik yapılar beslenme durumu, fiziksel aktivite, hormonal ve sinirsel sinyaller ve inflamatuvar medyatörler ile uyumlu şekilde açılır ve kapatılır (4,5). Bağırsak sıkı kavşakları (tight junctions); besinlerin optimal emilimi ve transportu yanı sıra vücuda yabancı antijenlere karşı tolerans ve immunite arasında denge oluşumunun sağlanmasında da görev alır. Günümüzde bağırsak sıkı bağlantılarının yapısı hakkında önemli bilgiler varolmakla birlikte, fizyolojisi ve patofizyolojisi hakkında bilgilerimiz nispeten sınırlıdır. Zonulin; bu sıkı kavşaklarda anahtar pozisyonunda fizyolojik ve reverzibl bir modülatördür. Bu protein mukozada oluşur ve bağırsak geçirgenliğini direkt olarak  kontrol eder (2,6,7).  Bağırsak lümenindeki bakteriler veya gıdalardaki tetikleyici maddeler (ör: gluten)  gibi uyaranlara yanıt olarak Zonulin lümene salınır ve epitel hücrelerinin apikal yüzeylerindeki reseptörlere bağlanarak sıkı kavşakların bütünlüğünün bozulmasına neden olan yolakları başlatır (8,9). Hücre içi sıkı bağlantılarının bilinen tek fizyolojik modülatörü Zonulin’in keşfi, bağırsak epitelyal parasellüler yolağın, karmaşık mekanizmalarını ve genetik olarak yatkın kişilerde bu mekanizmalardaki bozuklukların, otoimmün hastalıklara neden olduğunu anlamamızı sağladı.

İyi işleyen bağırsak absorbsiyonu beslenmede yaşamsal öneme sahiptir. Diğer yandan bağırsak mukozası, vücudu patojen bakterilerden ve çevresel kirliliklerden korur. Bu nedenle bağırsaktan kontrollü geçirgenlik sağlık için büyük öneme sahiptir. Çevresel tetikleyicilerin uzun süreli Zonulin upregülasyonu, bağırsak geçirgenliğinin artmasına, bağırsaktaki antijenlerin submokozaya sürekli geçişine neden olur. Eğer bağırsak geçirgenliği artarsa çok miktarda zararlı madde dolaşım sistemine geçer. Öncelikle bağırsak mukozası enfekte olur. Bu durum uzun dönemde bağırsak mukozasının hasarına yol açar. Böylelikle bağırsakların geçirgenliği daha da artar ve kısır döngüye girilir, bu geçirgenlik artışı immun sistemin yoğun reaksiyonuna neden olur. Bağırsak geçirgenliğinin artması sonucu zararsız gıda maddeleri dolaşıma geçerek, gıda alerjilerine veya gıda intoleransına yol açar ve yakınmalar başlar. Ek olarak diğer immünolojik reaksiyonlarda gelişir. Aşırı geçirgen ya da sızdıran bağırsak adı verilen bu durum uzun dönemde vücudun kendi hücre yapı ve organları ile ilişkili otoantikorlar üretir ve otoimmun hastalıklara neden olur. Özellikle Tip I Diyabetes Mellitus, Multiple Skleroz, Romatoid Artrit, Çölyak Hastalığı ve daha birçok otoimmun  hastalık, artmış bağırsak geçirgenliği nedeni ile gelişebilir (1,10). Bağırsaktan aşırı geçirgenlik ayrıca etyolojisi iyi bilinmeyen  irritabl bağırsak sendromu gibi kronik hastalıklarla da ilişkilendirilmiştir. Bakterilerin dolaşıma geçmesi, karaciğerde inflamasyon yoluyla, yağlı karaciğer hastalığı, Tip II Diyabetes Mellitus ve kardiyovasküler hastalıklar gibi bir çok metabolik durumda da nedensel rol oynamaktadır. Bağırsak bariyerinin bozulması, bakteriyel toksinler ve sitokin kaskadları aracılığı ile nöroinflamasyon ve depresyon gelişimi ile de ilişkilendirilmiştir (11).

Zonulin İle İlişkili Olan Bazı Hastalıklar (3)

Otoimmün Hastalıklar:

Çölyak Hastalığı

Ankilozan Spondilit

Romatoid Artrit

Crohn Hastalığı

SLE

Kanserler:

Akciğer Kanseri

Meme Kanseri

Pankreas Kanseri

Over Kanseri

Beyin Kanseri

Sinir Sistemi Hastalıkları:

Kronik İnflamatuar Demiyelinizan Nöropati

Multiple Skleroz

Şizofreni

   

Çölyak hastalığında bağırsak permeabilitesi artmıştır ve Zonulin’in upregülasyonu sonucudur. Dermatitis Herpetiformis hastalarında, minimal bağırsak hasarı varken, Zonulin’in yüksek düzeyleri, Zonulin ilişkili anormal bağırsak geçirgenliğinin,  glutene bağlı hastalıkların patogenezinde erken rol oynadığını desteklemektedir (12). Gluten kaynaklı  gliadinin, nonçölyak hastalarda dahi, Zonulin salınımını stimüle ettiği ve bağırsak geçirgenliğini arttırdığı gösterilmiştir (9). Tip I diyabetli hastaların önemli bir bölümünde (bir çalışmada %42) yüksek Zonulin seviyeleri, hastalık başlangıcından birkaç yıl önce gösterilmiştir (12). Bu durum otoimmün diyabette bağırsak aşırı geçirgenliğinin  nedensel bir rolü ve hastalığın  başlangıcı ve ilerlemesinde Zonulin’in prediktif değeri  ile uyumludur (11,13). Klinik öncesi çalışmalar, Tip I Diyabetes Mellitus patogenezinde Zonulin aracılı hiperpermeabilitenin rolünü desteklemektedir. Bozulmuş bağırsak bariyer fonksiyonu ve yüksek Zonulin düzeylerinin, vücut kitle indeksinden bağımsız olarak  insülin direnci ve Tip II Diyabetes Mellitus ile ilişkili olduğu saptanmıştır (14,15).  Zonulin düzeyinin astım hastalarının yaklaşık % 40’ında yüksek bulunmuştur ve bu hastalarda bağırsak geçirgenliği artmıştır. Normalde sıkı kavşaklarda önlenecek spesifik antijenlerin ve irritanların parasellüler geçiş yoluyla dolaşıma geçmesi ve allerjik reaksiyonların başlaması astıma yol açmaktadır (16)

Çalışmalarda bağırsak geçirgenliğinin altın standartı olan laktuloz-mannitol  testi ile Zonulin düzeylerinin kuvvetli korelasyonu gösterilmiştir. Zonulin bozulmuş bağırsak geçirgenliğinin gösterilmesinde çok iyi bir biyobelirteçtir. Seruma beyin ve akciğer gibi organlardan da Zonulin salınması nedeniyle dışkı örneği daha uygundur. Hastalar örnek vermeden bir ay öncesine kadar antibiyotik ve iki hafta öncesine kadar da probiyotik almamış olmalıdır.

REFERANSLAR:

1- Fasano A..Ann N.Y.  Zonulin, regulation of tight junctions, and autoimmune diseases. Acad Sci.2012 Jul:1258(1):25-33

2- Fasano A. Physiological, Pathological, and Therapeutic Implications of Zonulin-Mediated Intestinal Barrier Modulation.  Am J Pathology 2008;173:1243–1252.

3- Fasano A.  Zonulin and its regulation of intestinal barrier function: the biological door to inflammation, autoimmunity, and cancer. Physiol Rev 2011;91:151–175

4- Arrieta MC, et al. Alterations in intestinal permeability.  Gut 2006;55:1512–1520.

5- Lamprecht M, Frauwallner A.  Exercise, intestinal barrier dysfunction and probiotic supplementation. Med Sport Sci 2012;59:47–56.

6- Wang W, et al. Human zonulin, a potential modulator of intestinal tight junctions. J Cell Sci 2000;113:4435–4440.

7- Fasano A.  Intestinal Permeability and its Regulation by Zonulin: Diagnostic and Therapeutic Implications. Clin Gastroenterol Hepatol 2012;10:1096–1100.

8- El Asmar R, et al. Host-dependent zonulin secretion causes the impairment of the small intestine barrier function after bacterial exposure. Gastroenterol 2002;123:1607–1615.

9- Tripathi A, et al. Identification of human zonulin, a physiological modulator of tight junctions, as prehaptoglobin-2.  Proc Natl Acad Sci 2009;106:16799-16804.

10- Fasano A, Shea-Donohue T. Mechanisms of disease: the role of intestinal barrier function in the pathogenesis of gastrointestinal autoimmune diseases.  Nat Clin Pract Gastroenterol Hepatol 2005;2:416–422.

11- Leonard B, Maes M.  Mechanistic explanations how cell-mediated immune activation, inflammation and oxidative and nitrosative. Neurosci Biobehav Rev 2012;36(2):764–785

12- Smecuol E, et al. Permeability, zonulin production, and enteropathy in dermatitis herpetiformis.  Clin Gastroenterol and Hepatol 2005;3:335–341.

13- De Kort S, et al. Leaky gut and diabetes mellitus: what is the link? Obes Rev 2011;12:449–458.

14- Moreno-Navarrete JM, et al. Circulating Zonulin, a Marker of Intestinal Permeability. PLOS One 2012;7:e37160.

15- Zhang D, et al. Circulating zonulin levels in newly diagnosed Chinese type 2 diabetes patients. Diabetes Res Clin Pract 2014;106:312–318.

16- Hijazi Z, Molla AM, Al-Habashi H, Muawad WM, Molla AM,  Sharma PN. Intestinal permeability is increased in bronchial asthma. Arch Dis Child 89: 227–229, 2004.

Gıda İntoleransı Testi

Yazı Boyutunu Değiştirebilirsiniz

Gıda İntoleransı Panelleri

Gıda İntoleransı 216

Etler: Sığır eti, Tavuk eti, Kuzu eti, Domuz eti, Hindi eti, Ördek eti, At eti, Beç tavuğu eti, Bıldırcın eti, Deve kuşu eti, Karaca eti, Kaz eti, Keçi eti, Tavşan eti,

Balıklar, Deniz Ürünleri: Somon balığı, Ton balığı, Midye, İri karides, Hamsi, Kılıç balığı, Alabalık, Dil balığı, Morina balığı, Kerevit, Ahtapot, Çipura, Havyar, Istakoz, İstiridye, Kalamar, Kalkan balığı, Levrek, Mezgit, Okyanus levreği, Ringa balığı, Sardalya, Sazan, Turna balığı, Uskumru, Yengeç, Yılan balığı,

Meyveler: Elma, Kayısı, Muz, Kiraz, Üzüm (beyaz / mavi), Kivi, Limon, Nektarin, Portakal, Ananas, Çilek, Karpuz, Armut, Erik, Geyfurt, Şeftali, Hurma, Ahududu, Avakado, Bektaşi üzümü, Böğürtlen, Frenk üzümü, Frenk üzümü siyah, İncir, Kantalup Kavunu, Kavun, Kırmızı yaban mersini, Liçi (Çin meyvesi), Mango, Nar, Papaya, Tatlı Kestane, Yaban mersini,

Sebzeler: Patlıcan, Pancar, Dolmalık biber, Brokoli, Havuç, Kereviz, Acı kırmızı biber (çili), Salatalık, Yeşil salata, Kuzu marulu, Yaban turpu, Pırasa, Soğan, Patates, Kırmızı lahana, Domates, Şalgam, Kabak, Enginar, Kuşkonmaz, Ispanak, Yeşil fasülye, Bezelye, Soya fasülyesi, Zeytin, Acı Kırmızı Biber, Arpacık Soğanı, Bahçe Nanesi, Bakla, Brüksel lahanası, Çin lahanası, Dereoto, Frenk soğanı, Göbek salata, Hindiba, Kapari, Karalahana, Karnabahar, Kıvırcık lahana, Maş fasulyesi, Meksika fasülyesi, Misket limonu, Pazı, Roka, Su kabağı, Sultani bezelye, Tatlı patates, Turp, Yer elması, Yeşil lahana, Asma yaprağı,

Tahıllar: Arpa unu, Gluten, Yulaf unu, Çavdar unu, Kılçıksız buğday, Buğday unu, Kara buğday unu, Keten tohumu, Mısır, Darı, Pirinç, Mercimek, Kuru fasülye, Nohut,

Yumurta ve Süt Ürünleri: Yumurta sarısı (tavuk), Yumurta akı (tavuk), İnek sütü, Keçi sütü, Koyun sütü, Keçi peyniri, Koyun peyniri, Yoğurt, Camambert peyniri, Çökelek, Emmental peyniri, İşlenmiş peynir, Kefir, Lor peyniri, Mozzarella peyniri, Tereyağı,

Otlar / Baharatlar: Fesleğen, Karabiber (siyah / beyaz), Tarçın, Hardal tohumu, Küçük Hindistan cevizi, Kekik, Maydanoz, İngiliz nanesi, Haşhaş tohumu, Biberiye, Dağ kekiği, Vanilya, Defne yaprağı, Kabartma tozu, Kanola, Karanfil, Kazein, Keçiboynuzu, Kimyon, Kişniş otu, Köri, Mercanköşk, Meyan kökü, Rezene, Safran, Sarı papatya, Şerbetçi otu, Tarhun, Zencefil, Bambu filizleri,

Kuruyemiş: Badem, Kaju fıstığı, Kakao çekirdeği, Fındık, Yer fıstığı, Antep fıstığı, Susam, Ayçekirdeği, Ceviz, Hindistan cevizi, Brezilya fındığı, Çam fıstığı, Kola cevizi, Kuru üzüm, Kuşburnu, Macadamia fındığı,

Diğer Etkenler: Mantar karışımı 1, Mantar karışımı 2, Bira Mayası, Hamur mayası, Bal, Kahve, Siyah çay, Ada çayı, Aloe Vera, Anason,  Aspir yağı, Yeşil çay, Siyah çay, Agar agar, Beta-Laktoglobulin,

 

Gıda İntoleransı Analizi 108 Alerjen

Etler: Sığır eti, Tavuk eti, Kuzu eti, Domuz eti, Hindi eti

Balıklar, Deniz Ürünleri: Somon balığı, Ton balığı, Midye, İri karides, Hamsi, Kılıç balığı, Alabalık, Dil balığı, Morina balığı, Kerevit

Meyveler: Elma, Kayısı, Muz, Kiraz, Üzüm (beyaz / mavi), Kivi, Limon, Nektarin, Portakal, Ananas, Çilek, Karpuz, Armut, Erik, Geyfurt, Şeftali, Hurma

Sebzeler: Patlıcan, Pancar, Dolmalık biber, Brokoli, Havuç, Kereviz, Acı kırmızı biber (çili), Salatalık, Yeşil salata, Kuzu marulu, Yaban turpu, Pırasa, Soğan,
Patates, Kırmızı lahana, Domates, Şalgam, Kabak, Enginar, Kuşkonmaz, Ispanak, Yeşil fasülye, Bezelye, Soya fasülyesi, Zeytin, Sarımsak

Tahıllar: Arpa unu, Yulaf unu, Çavdar unu, Kılçıksız buğday, Buğday unu, Kara buğday unu, Keten tohumu, Mısır, Darı, Pirinç, Mercimek, Kuru fasülye

Yumurta ve Süt Ürünleri: Yumurta sarısı (tavuk), Yumurta akı (tavuk), İnek sütü, Keçi sütü, Koyun sütü, Keçi peyniri, Koyun peyniri, Yoğurt

Otlar / Baharatlar: Fesleğen, Karabiber (siyah / beyaz), Tarçın, Hardal tohumu, Küçük Hindistan cevizi, Kekik, Maydanoz, İngiliz nanesi, Haşhaş tohumu, Biberiye, Dağ kekiği, Vanilya

Kuruyemiş: Badem, Kaju fıstığı, Kakao çekirdeği, Fındık, Yer fıstığı, Antep fıstığı, Susam, Ayçekirdeği, Ceviz, Hindistan cevizi

Diğer Yiyecekler: Mantar karışımı 1, Mantar karışımı 2, Bira Mayası, Hamur mayası, Bal, Kahve, Siyah çay

Genital Panel Testi

Yazı Boyutunu Değiştirebilirsiniz

Cinsel yolla bulaşan hastalıklardan korunmada ve bunların kontrolünde taramanın önemi büyüktür. Hastanın klinik takibi ve tedavisi için, hızlı tanı önemlidir. Bu nedenle, farklı patojenlerin tek bir reaksiyonda incelenebildiği “nükleik asit amplifikasyon testleri” tercih edilmektedir. Özgüllüğü ve duyarlılığı çok yüksek olan bu testler, altın standart tanımının değişmesine yol açmıştır.

Cinsel yolla bulaşan enfeksiyonlar; ‘Human Immunodeficiency Virus’ (HIV) enfeksiyonunun tanımlanmasıyla gündemde yeniden öne çıkan ve halk sağlığı sorunu olarak tüm dünyada önem kazanan enfeksiyonlardır. Erken tanı konulması ve uygun tedavinin gerekirse partner ile birlikte yapılması, hem fiziksel sağlık hem de üreme sağlığı açısından önem taşır. Cinsel yolla bulaşan bu hastalıklar özellikle kadınlarda ve çocuklarda, uzun dönemde ortaya çıkabilecek enfeksiyonlara, infertiliteye, çeşitli kanserlere, pelvik inflamatuar hastalıklara ve yenidoğanda körlüğe kadar giden göz enfeksiyonlarına neden olurlar. Ayrıca HIV bulaşma riski, genital hastalığı olanlarda 2 ila 5 kat artmaktadır. Cinsel yolla bulaşan hastalıklardan korunmada ve bunların kontrolünde taramanın önemi büyüktür. Hızlı tanı, hastanın klinik takibi ve tedavisi için önemlidir. Chlamydia trachomatis ve Neisseria gonorrhoeae; üretrit, servisit ve proktitin önde gelen etkenlerindendir. Mycoplasma genitalium, erkeklerde görülen inatçı üretritin %15-25’inden sorumludur. Üreme çağındaki kadınlarda görülen bakteriyel vajinitlerde, çoğunlukla Gardnerella vaginalis, Ureaplasma, Mycoplasma, aerop ve anaerop bakteriler, Trichomonas vaginalis , Candida ve virus enfeksiyonlarından Herpes önemli yer tutar.

Genital Panel ile Bakılan Patojenler

Chlamydia trachomatis, Chlamydiaceae ailesinden; hareketsiz, zorunlu hücre içi bakterisidir. Cinsel yolla bulaşan ve üreme problemlerine neden olan en yaygın etkenlerdendir. Enfekte olanların çoğu, bir bulgu göstermediği için hastalıklarından haberdar değillerdir. Ancak tedavi edilmediğinde bu enfeksiyon ciddi komplikasyonlara yol açabilir. Erkeklerde nongonokokal üretrit ve epididimit, kadınlarda ise pelvik inflamasyon, salpenjit, infertilite ve ektopik gebeliklere neden olabilir. Ayrıca Chlamydia enfeksiyonu, yenidoğanda oftalmia neonatoruma da neden olur.

Neisseria gonorrhoeae, Neisseria ailesinden; ‘kahve çekirdeği’ görünümünde gram negatif kok olup, gonorenin etkenidir. Gonore, tüm dünyada cinsel yolla bulaşan enfeksiyonlarda ikinci sırada yer alır. Erkeklerde üretrit, proktit ve epididimit; kadınlarda pelvik inflamasyon, infertilite ve ektopik gebeliklere neden olabilir. Enfekte anneden doğan yeni doğan bebeklerde konjonktivitlere ve gonokoksik oftalmiye neonataruma da neden olur.

Mycoplasma genitalium / hominis, laboratuvar ortamında üretilmesi oldukça zor olan ve genital sistemde ciddi inflamatuvar sendromlara yol açan bir bakteridir. Erkeklerde nongonokokal üretrit, kadınlarda ise servisit, endometriozis, üretrit ve pelvik inflamasyona neden olur.

Trichomonas vaginalis, kamçılı bir protozoandır. Kadınlarda vajinitin yaygın nedenlerindendir. Erkeklerde ise üretrit yapar. Tedavi edilmediğinde HIV bulaşını kolaylaştırır. Ayrıca, enfekte kadınlarda erken doğum ve düşük doğum ağırlıklı bebekler gözlenir.

Ureaplasma urealyticum / parvum, hem kadın, hem erkekte normal florada bulunurlar. Üretrit, infertilite (kısırlık), erken doğum, ölü doğuma neden olabilmektedir.

Gardnerella vaginalis, bakteriyal vajinoza sebep olan anaerob (oksijensiz ortamda yaşayan) bir bakteridir. Kötü kokulu vajinal akıntı, kaşıntı, yanma, cinsel ilişki sırasında ağrıya neden olur.

Herpes Simplex Virüs 1 (HSV 1),  genellikle ağızda uçuk ve yaralara neden olur. Daha az sıklıkla genital bölgede enfeksiyona neden olabilir.

Herpes Simplex Virüs 2 (HSV 2), çoğu genital herpes vakasının nedenidir. Cinsel temastan yaklaşık 2-20 gün sonrasında gelişir. Nadire cinsel bölgenin dışında da enfeksiyona neden olabilir.

Treponema pallidum, cinsel yolla bulasan ve yaygın bir hastalık olan sifilize (frengi) neden olur. Eğer frengi tedavi edilmezse gebeliğin herhangi bir döneminde ya da doğumda hastalık anneden bebeğe bulaşabilmektedir. Bu durum konjenital sifiliz olarak adlandırılır. Konjenital sifiliz ölü doğum ve doğum sonrası bebek ölümlerine yol açabilmektedir. Bunun dışında, bebeklerde konjenital sifiliz nedeniyle, kemik hasarı, şiddetli anemi, hepatosplenomegali, sarılık, körlüğe veya sağırlığa neden olan nörolojik sorunlar, menenjit veya deri döküntüleri gibi komplikasyonlar görülebilmektedir.

Candida albicans, kadınlarda çok yaygın görülen bir vajinal mantar enfeksiyonudur. Vajinada yanma, kaşıntı, yoğun beyaz akıntı, sık idrara çıkma, cinsel ilişki sırasında ağrıya neden olur.

NÜKLEİK ASİT AMPLİFİKASYON TESTLERİ

Nükleik asit amplifikasyon testleri, klinik laboratuvarlarda, ilk olarak genital Chlamydia trachomatis ve Neisseria gonorrhoeae enfeksiyonlarının tanısında kullanılmaya başlanmış, daha sonra diğer etkenler için de geliştirilmiştir. Bu testler genomik DNA’yı real-time PCR yöntemi ile saptar. Yapılan klinik değerlendirmeler göstermektedir ki, bu testlerle kültürden, antijen tespitinden ve nükleik GENİTAL PANEL asit hibridizasyon testlerinden daha duyarlı sonuçlar elde edilmektedir. Duyarlılığı %95 ve özgüllüğü %99.5 olarak bildirilmektedir. Bu testler, altın standartın tanımlanmasında kültüre alternatif olmuş ve bununla ilgili yeni protokoller oluşturulmasını sağlamıştır.

Genital ülseratif hastalıklarda, en sık neden herpes enfeksiyonu olmakla birlikte, bu patojeni sadece klinik değerlendirmeyle tanımlamak mümkün değildir. Özellikle tekrarlayan genital herpes enfeksiyonlarında, hücre kültürünün duyarlılığı çok düşüktür. Ayrıca, normal besiyerlerinde üretilmesi çok zor olan Chlamydia trachomatis, Neisseria gonorrhoeae, Trichomonas vaginalis ve Gardnerella vaginalis gibi patojenlerin de nükleik asit amplifikasyon testi ile saptanması kolay, hızlı ve güvenilirdir. Zor üremelerinin yanı sıra, her biri için farklı kültür ortamları gereken tüm bu patojenler nükleik asit amplifikasyon testinde tek bir reaksiyonda hep birlikte incelenebilirler.

Örnek alım kolaylığı açısından bu testin erkekte idrar örneğinde de çalışılabilmesi, bu testin bir diğer üstün özelliğidir. Bu testler sayesinde, asemptomatik hastalarda da tarama programlarının geliştirilmesi kolaylaşmış ve ayrıca hastaların temasta olduğu kişilerin test edilmesine de olanak sağlamıştır. Tüm bu nedenlerle PCR temelli nükleik asit testleri tercih edilmelidir.

ÖRNEK ALMA

Genital panel testinde bakılan patojenler arasında yer alan zorunlu hücre içi bakteri ve virüsler dış ortama dayanıksız olduğundan, hasta örneğinin uygun şartlarda alınması ve uygun transport besiyerlerine konulması gerekmektedir. Örnekler laboratuvara, bu transport besiyerleri ile gönderilmelidir. Erkeklerde üretral swab veya idrardan, kadınlarda ise servikal swab örneklerinden test yapılmaktadır. Erkeklerde swab, üretranın 3-4 cm içine sokularak birkaç kez çevrilmelidir; kadınlarda ise jinekolojik muayene sırasında yeterli miktarda endoservikal kollumnar ve skuamokollumnar hücre gelecek şekilde sürüntü örneği alınmalıdır. Erkeklerde idrar alımından önce bölge temizlenmemeli ve örnek steril idrar kültür kabında gönderilmelidir; transport besiyeri gerekmemektedir.

REFERANSLAR

  1. Clevland Clinic Journal of Medicine Volume 81 • Number 2 February 2014
  2. Expert Rev Anti Infect Ther. 2014 June ; 12(6): 657–672
  3. Flora of the Female Genital Tract x CID 2001:32 (15 February)
  4. FTD 52– 32_64 – MANUAL- v1 – 2015_03

KARACİĞER YAĞLANMASI

Karaciğer yağlanması (steatosis), karaciğer hücrelerinde aşırı yağ birikimi sonucunda oluşur ve karaciğerin kendini koruma amaçlı oluşturduğu yağ bezleridir. Karaciğer hücrelerinde normalden fazla yağ toplanması nedeniyle meydana gelen tıbbi bir durum olan karaciğer yağlanması, toplumdaki her 4-5 kişiden birinde görülmektedir. Kadın ve erkekte ise aynı sıklıkta görülür.

Gıda alışkanlıklarınızın değişimi ile gelen sağlıksız beslenme, egzersizden yoksun hareketsiz yaşam, sosyal hayatla ile birlikte artan alkol kullanımı, şok diyetler ve genetik yatkınlık gibi faktörler ile günlük yaşamdaki bazı yanlış alışkanlıklarımız karaciğer yağlanmasına zemin hazırlayabilir. Tüm bunların yanı sıra Hepatit C, Wilson hastalığı, çok uzun süre aç kalma, damardan beslenme, yanlış ilaç kullanımı ve Reye Sendromu gibi rahatsızlıklarınızda da benzer durumla karşılaşabilirsiniz.

Günlük hayatımızdaki hatalı alışkanlıklarımızdan kaynaklı karaciğer yağlanmasının yanı sıra karaciğerinizin sağlıksızlaşmaya başladığını ciltte kaşıntı, gözde ve idrar renginde sarılık, karın şişmesi, ciltte kırmızı lekeler, ellerde ve ayak tabanlarında sıcaklık artışı, kızarıklık, ciltte kırmızı renkli ve örümcek ağını andıran oluşumlar; ilk etapta baş gösteren belirtiler arasında görülebilir. Şeker metabolizmasında bozulma, insülin direnci gibi diğer etmenler ise karaciğerin işlevini tam olarak yerine getiremediğini gösteriyor olabilir. Bazı durumlarda geçmeyen halsizlik, yorgunluk, bulantı, kusma, iştah kaybı, konsantrasyon bozukluğu karnın üst sağ kısmında gibi etkiler görülebilir.

Karaciğer yağlanması ise sıkça karşımıza çıkan diğer karaciğer hastalıklarının aksine genel olarak belirti vermez; ancak karaciğerin bulunduğu (sağ kaburgaların hemen altındaki bölge) bölgede bir rahatsızlık hissi oluşabilir. Karaciğerde yağ birikimi arttıkça ve organ genişledikçe çevresindeki diğer organlar ve dokulara baskı yaptığından ağrılara neden olabilir.

Karaciğerde aşırı yağ birikmesinin sonucunda;

  1. Karaciğerde yağlanmanın bir sonucu olarak tıp dilinde steatoheapatit adı verilen karaciğerde iltihap meydana gelir.
  2. Karaciğer yağlanması, basit yağlanma durumundan “steatohepatit” sürecine geçmişse zamanla karaciğer hücrelerinin tahrip olmasına (nekroz) yol açar ve fibroz denilen, aynı zamanda karaciğer sirozunun başlangıcı sayılan duruma zemin hazırlar.

Karaciğer yağlanması nasıl teşhis edilir?

  • Ultrasonografi

    Ultrasonografi ile hastalığın ciddiyet seviyesine ve karaciğerdeki yağın miktarı tespit edilebilir.

  • Karaciğer biyopsisi

    Lokal anestezi altında ince bir iğne ile karaciğerden çok küçük bir parçanın alınıp patoloji uzmanı tarafından mikroskopik olarak incelenmesi yöntemi, kesin bir tanı edinmenizi sağlar ve yağlı karaciğer bulundurma konusunda yüksek risk taşıyan grupta kullanılır.

  • Laboratuvar testleri

    Kanda bakılan karaciğer fonksiyon testlerinde yükselme araştırılır; Kan yağları ve insülin direnci tayini yapılır. Genelde, bu karaciğer problemini yaşayan hastaların testlerinde alınan sonuçlar normal kişilerin sonuçlarından 2-3 kat daha yüksektir. Bu probleme sahip kişilerin glukoz, kolesterol ve trigliserit seviyeleri genel olarak yüksek çıkmaktadır.

Karaciğer yağlanması nasıl tedavi edilir?

Tedavide en önemli adım, öncelikle tatlı, şekerli ve nişastalı gıdaların tüketiminin azaltılması ve günde en az 30 dakika olacak şekilde tempolu yürüyüş veya hafif koşu tarzı egzersiz programının başlatılması şeklinde yaşam tarzının değiştirilmesidir.

Karaciğer yağlanması çoğunlukla daha ciddi bir hastalığa neden olmadan kontrol altına alınabilmektedir. Ancak çağımızda obezite çok yaygın olduğundan karaciğer yağlanması sorunu her geçen yıl artmaktadır.

Karaciğer yağlanmasını önlemek için ne yapabiliriz?

  • Alkolden uzak durun!

    Karaciğere en çok zarar veren ve karaciğer yağlanmasına yol açan temel etkenlerden biri alkol. Düzenli, uzun süreli (10 yıldan fazla) ve karışık alkol türlerini kullananlarda karaciğer yağlanması ciddi boyutlara ulaşabiliyor. Üstelik bu kişilerde kilo fazlalığının da olması karaciğer için risk derecesini arttırabiliyor. Alkol sonucu vücutta biriken toksinler, karaciğer hücrelerine zarar vererek siroz oluşmasını kolaylaştırıyor; siroz ve karaciğer yetmezliği gibi ölümcül sonuçlar doğurabilecek hastalıklara neden olabiliyor. Alkolden mutlaka kaçınmalısınız.

  • Düzenli egzersiz yapın!

    Karaciğer yağlanması ve bağlantılı diğer hastalıklar genel olarak obeziteyle ilgili durumlardan kaynaklanmaktadır. İşte bu nedenle karaciğer problemlerinizin önüne geçmek istiyorsanız; önce kilonuzu kontrol altına almalısınız. Fiziksel aktivite ve günlük egzersiz hareketlerini hayatınızın birer parçası haline getirin.

  • Bol su tüketin!

    İnsan vücudunun su içeriği yaşa ve cinsiyete göre %42 ile %71 arasında değişir. Çocukların vücudunun su oranı yüksekken, yaş ilerledikçe suyun yerini yağ almaya başlar. Yetişkin insan vücudunun ortalama %59’unu su oluşturmakta. Bir yetişkin günde ortalama 10 bardak su kaybetmekte olduğundan kaybedilen suyun yerine konması gerekir. Günlük tüketilen 8-12 bardak su, sıvı ihtiyacımızı karşılıyor. Sağlığınız ve vücut temizliğiniz için bol bol su tüketin!

  • Karbonhidratı azaltın!

    Sağlık açısından en çok problem yaratan karbonhidratlar, basit şekerlerden ve beyaz undan zengin olanlardır. Bakkal şekeri (sükroz), meyve şekeri (fruktoz), mısır ya da üzüm şekeri (glukoz) ile süt şekeri (laktoz) basit karbonhidratların en tehlikelileridir. Kilo kontrolünüz ve genel sağlığınız için aşırı karbonhidrat içeren sağlıksız besinlerden uzak durun!

  • Günde 1 fincan şekeriz Türk kahvesi için!

    Kafein ağırlıklı besinler, karaciğer yağlanmasına iyi gelmekte ve iltihabı azaltmaya yardımcı olmaktadır. Düzenli kahve tüketenlerde siroz gibi karaciğer rahatsızlıklarının daha az görüldüğü kanıtlanmış bir durumdur; ancak Türkiye’ye özel lezzetlerden birisi olan Türk kahvesinin vücudunuza fayda sağlaması için günde 3 fincanı geçmemeniz gerekiyor.

Yukarıda sözünü ettiğimiz maddeler karaciğer hücreleri içinde yağ damlacıklarının birikmesiyle ortaya çıkan karaciğer yağlanmasını ciddi ölçüde azaltmanıza yardımcı olacak ve daha sağlıklı hissetmenizi sağlayacaktır. Ciddi bir hastalığınız olmasa bile yağlanmadan uzak durmak için kendinize iyi bakmalı, sağlıklı beslenmeli ve yaşamınıza özen göstermelisiniz.

Daha kaliteli, daha mutlu ve daha uzun bir yaşam için sağlığınıza özen gösterin!

 

Diğer Popüler Bültenlerimizi Okumak İçin Tıklayabilirsiniz 

Biruni Mobil Sağlık Hizmetimizden Faydalanmak İçin Tıklayabilirsiniz. 

Periyodik Ateşli Hastalıklar

Ateşli Hastalıklar Temel Panel, yeni nesil dizileme sisteminde MEFV, MVK, TNFRSF1A ve NLRP3 genlerinin tüm kodlayan ekzonik bölgelerinin taranmasını içerir.

Ateşli Hastalıklar Genişletilmiş Panel’de ise ek olarak LPIN2, IL1RN, NLRP12, NOD2 ve PSTPIP1 genleri yer almaktadır. Genişletilmiş Panel ile, klinik olarak periyodik ateş bulgusu bulunan ancak temel panel ile saptanamayan mutasyonların tespiti hedeflenir.

Periyodik Ateş Sendromları (PAS), tekrarlayan ateş atakları ve serozal enflamasyon ile karakterize otoinflamatuar hastalıklar grubudur. Bu gruptaki hastalıklardan bazıları arasında; Ailesel Akdeniz Ateşi (FMF), Tümör Nekroz Faktör Reseptörü İle İlişkili Periyodik Sendrom (tRAPs), Hiper-IgD Sendromu (HıDs), Mevalonik Asidüri (MVA), Kriyopirin İlişkili Periyodik Sendrom (CAPs), Ailesel Soğuk Otoenflamatuar Sendrom (FCAs), Kronik İnfantil Nörolojik Kutanöz Artiküler Sendrom (CıNCA) ve Muckle-Wells Sendromu (MWs) yer alır. Tedavi edilmeyen PAS; malabsorbsiyon, böbrek yetmezliği, infertilite ve büyüme geriliği gibi ciddi komplikasyonlara neden olabilir. Bu nedenle doğru tanı konması kritik öneme sahiptir. Her PAS’nin kendine özgü bulguları da olmasına rağmen; genel olarak hastaların karın, göğüs, deri ve kas-iskelet sistemlerinde enflamatuar semptomlar gözlenir. Atak süresi ve sıklığı, döküntü tipi, santral sinir sistemi tutulumu (örneğin CAPs’de sıklıkla görülür) ve plevral efüzyon (FMFve tRAPs’de sık görülmesine rağmen HıDs veya CAPs’de nadiren rastlanılır) gibi bazı klinik bulgular ayırt etmeye yardımcı olabilir. Bununla birlikte, belirtilerin yoğunluğu ve yerleşimi hastalar arasında değişkenlik gösterdiği için klinikte kesin tanının konması genellikle zordur. Ayrıca, PAS’nin özgün olmayan bazı belirtileri; enfeksiyonlar, akut apandisit, kolesistit ve artrit gibi birçok yaygın hastalığı da taklit edebilir. Bunun sonucunda ise, doğru tanının konması uzun yıllar gecikebilir veya hasta yanlış tanıya hatta gereksiz operasyonlara maruz kalabilir. PAS’nin moleküler genetik analizi sayesinde, erken ve doğru tanı konularak gereken tedavi uygulanabilir ve böylelikle hastaların yaşam kaliteleri arttırılabilir. Çoğunluğu monogenik kalıtsal hastalıklar olan PAS’den sorumlu olduğu bilinen genlerde 900’den fazla varyant rapor edilmiştir. Bunların %93’nün tek nükleotid varyantı olması nedeniyle, yüksek kaliteli Yeni Nesil Dizileme (NGs) analizleri bu hastalık grubu için ideal bir tanı aracıdır. PAS’nin NGS yöntemleri kullanılarak yapılan moleküler genetik analizi, klinik tanıyı desteklemek için uygun ve güvenilir bir yol olarak kabul edilmektedir.

TESTE AİT BİLGİLER

Ateşli Hastalıklar Paneli ile yeni nesil dizileme sisteminde, temel paneldeki 4 gene ait ve genişletilmiş paneldeki 9 gene ait tüm kodlayan ekzonik bölgeler taranarak ortaya çıkan varyasyonların analizi yapılır. Bireyden alınan kan örneği EDTA’lı (mor kapak) tüplerde laboratuvarımıza ulaştırıldıktan sonra genomik DNA izolasyonu yapılır. Ardından PCR teknolojisi ile hedef bölgeler çoğaltılarak numune yeni nesil dizileme sistemine (NGS) hazır hale getirilir. Dizilenen bölge yoğun bir biyoinformatik analiz sürecinden geçirilerek mutasyonlar ortaya çıkarılır ve rapor oluşturulur. Ortalama hizmet süresi 4-6 haftadır.

HASTALIKLAR İLE İLGİLİ GENEL BİLGİLER

FMF;otozomal resesif kalıtım gösterir ve periton, sinovyum veya plevrada tekrarlayan ateş ve inflamasyona eşlik eden ağrılar ile karakterizedir. Ayrıca FMFhastalarında amiloidoz gelişimi de görülür (French FMF Consortium, 1997). Hastalarda ilkFMF epizodunun yaklaşık %90’lık bir oranla çocukluk veya ergenlik döneminde gözlendiği bilinmekle birlikte, yetişkin bireylerde de (20 yaş ve üzeri) ilk epizodun gerçekleştiği görülmüştür (Tamir N, et al. 1999; Sayarlioglu M, et al. 2005). Türk toplumunda FMF taşıyıcılığı %20 olarak belirlenmiştir (Chae JJ, et al. 2003). Bu durum, ülkemizde FMFtaramalarının ciddi bir öneme sahip olduğunu kanıtlamaktadır. Yapılan çalışmalarda,FMFtanısı konulan hastaların %70-80’lik bölümünde MEFV genine ait mutasyonlar saptanmıştır (Aksentijevich et al. 1999). HıDsve MVA; MVKgenindeki homozigot veya birleşik heterozigot mutasyonlar ile tanımlanan bozukluklardır. Mevalonat kinaz eksikliği biyokimyasal bulguları ile HıDs veya MVAşüphesi bulunan vakaların yaklaşık %95’inde MVKgeninde mutasyonlar tespit edilmiştir (Mandey et al. 2006; Bader-Meunier et al. 2010).Her iki hastalıkta da ateş, eklem ağrısı, deri lezyonları, ağız ülseri ve ishal ile karakterize olup vakaların büyük bir kısmında IgD seviyeleri yüksektir (Drenth JP, van der Meer JW 2001). tRAPs; tNFRsF1Agenindeki mutasyonlar ile bağlantılı, otozomal resesif geçişli bir hastalıktır. tRAPsvakalarının %40-50’sinin ailesel olarak, %5’inin ise sporadik olarak tNFRsF1Agenindeki mutasyonlar ile ilişkili olduğu ortaya çıkarılmıştır (Aksetijevich et al. 2001; Dode et al. 2002). Bireylerde yüksek ateş, döküntü, karın ağrısı, eklem-kas ağrıları karakterizedir (Rezaei N, 2006) ve en önemli farklı yanı da orbita çevresinde ödem, kızarıklık ve konjunktivitin eşlik etmesidir. FCAs1, CıNCAve MWs, CAPs’ın alt grupları olarak bilinmektedir. Bu grup hastalıklar, erken bebeklik dönemlerinde başlar ve ortak olarak döküntü, ateş ve ağrı görülür. Hastalığın şiddeti, alt grubuna ve hastaya göre değişkenlik gösterebilir (National Library of Medicine MeSH:D056587, 2017). lRP3genindeki mutasyonlar ise FCAstanısı konulan hastaların yaklaşık %85’inde ve CıNCAtanısı konulan hastaların yaklaşık %60’ında tespit edilmiştir (Aksentijevich et al. 2007; Aksentijevich et al. 2002). Ayrıca MWs sendromunun da genetik olarak NlRP3geni ile ilişkili olduğu gösterilmiştir (Hoffman et al. 2001). lPıN2geni Majeed sendromu, ıl1RNgeni İnterlökin-1 Reseptör Antagonist Bozukluğu (DıRA), NlRP12geni Ailesel Soğuk Otoenflamatuvar Sendrom 2 (FCAs2), NOD2geni Blau sendromu ve PstPıP1geni Piyojenik Artrit, Piyoderma Gangrenozum ve Akne Sendromu (PAPA) ile ilişkilendirilmiştir (De Jesus AA, Goldbach-Mansky R 2013; Jeru et al. 2008).