ISAC Alerji Testi

ISAC Alerji testi tanısını çok üstün bir seviyeye taşıyan yepyeni bir yöntem. Moleküler Alergoloji’de hastanın spesifik IgE profilini detaylı bir şekilde veren özgün alerjen komponentlerine sensitizasyon ölçülür. Bu sayede, çapraz reaksiyona bağlı semptomlar açıklanır ve hastanın yönetiminde risklerin değerlendirilmesine yardımcı olur.

ISAC Alerji testi ise 48 farklı ana alerjen kaynaktan 112 alerjen komponentinin aynı anda tespit edilmesini sağlar. Duyarlı hastaların gerçek sensitizasyon profiline ışık tutarken, çapraz reaksiyona giren proteinler sayesinde ISAC Alerji testi, proteinlerin türetildiği 48 ana alerjen kaynağa ek olarak yüzlerce alerjen komponent hakkında bilgi verebilir.

ISAC: Moleküler Alerji Paneli - 14.05.2018 - BİLİMSEL BÜLTENLER - Biruni Laboratuvarı - 0850 241 77 88

Alerji testi, normalde zararlı olmayan bir maddeye karşı vücudun aşırı reaksiyonudur ve eski Yunanca’ da “değişik reaksiyon” anlamına gelir. Alerjenler genellikle protein veya glikoprotein, nadir olarak da polisakkarid yapısında makro moleküller olup, insanda IgE antikor cevabını indüklerler.

Son yıllarda alerjik hastalıkların sıklığının giderek artması nedeniyle, tanısal yaklaşım büyük önem kazanmaktadır. Alerjik hastalıkların tanısında, tüm hastalıklar da olduğu gibi ilk basamak, hastanın semptomlarının ayrıntılı sorgulandığı iyi bir öykü alınması ve özellikle alerjik hastalıkların klinik belirtilerinin arandığı sistemik bir muayenenin yapılmasıdır. Öykü ve fizik muayene sonrasında uygun laboratuvar testlerinin istenmesi ve bunların klinik yorumu son derece önemlidir.

Alerjiler, başta sanayileşmiş ülkeler olmak üzere sağlık ve sosyoekonomik açıdan dünya genelinde çok büyük bir yüktür. Avrupa’daki nüfusun % 40’dan fazlası halen en az bir alerjiden muzdariptir. Bu alerjik hastaların yaklaşık % 70’i polisensitizedir. Çocuklar genellikle atopik dermatit, alerjik rinit ve alerjik astımdan etkilenmektedir. Konvansiyonel tanıları tamamlayan, doğruluğu yüksek in vitro tanılar; optimal hasta yönetimi ve etkili tedavi için gereklidir. Multipleks sistemler, tek bir testte kapsamlı ve ayrıntılı bir hasta profili sunarak tedavi prosedürlerini düzenler.

Spesifik IgE antikorları, insan serumunda ve plazmasında spesifik bir alerjene karşı geliştirilen sensitizasyon sonucu görülür. Dolaşımdaki IgE antikorlarının ölçümü, bir alerjene duyarlılığın nesnel olarak değerlendirmesini sağlar. Genel olarak düşük IgE antikoru seviyeleri düşük bir klinik hastalık olasılığına işaret ederken, alerjene karşı yüksek antikor seviyeleri klinik hastalıkla korelasyon halindedir.

Kantitatif testin klinik değeri

  • IgE antikorlarının artışı, klinik semptomlar oluşmadan sensitizasyonu erken bir aşamada tespit edilebilir.
  • Alerjik hastalığın ilerlemesini anlamada yardımcı olur.
  • Alerjenin yükünü açıklamaya yardımcı olur.
  • Hastalığın yönetilebilmesi için uygun tedavinin belirlenmesine olanak sağlar.

ImmunoCAP Ana Alerjenler ve ImmunoCAP Komponentler

Alerji tanısı, hastanın ayrıntılı bir olgu öyküsü, klinik gözlemler ve Spesifik IgE testinin sonuçlarına dayanır. IgE antikorlarının varlığını saptamak için ImmunoCAP Alerjenleri veya ImmunoCAP Alerjen Komponentleri kullanmak, şüpheli alerji hastalarının güvenilir tanılarına yardımcı olmak için, ana alerjen veya alerjen alt komponentleri tespit etme imkanı sağlar.

  • Spesifik IgE antikor düzeylerini bilmek, aşağıdaki konularda rehberlik eder:
  • Her hastaya uygun bireysel tedavi yöntemi belirleme
  • Hedef alerjene maruz kalınmasının azaltılması
  • Toleransın gelişiminin takibi (gıda alerjisi, spesifik immünoterapi)
  • Optimize edilmiş bireysel tıbbi tedavi planlarının kolaylaştırılması (zaman ve doz)

ImmunoCAP Ana Alerjenlerin Klinik Değeri

ImmunoCAP alerji testinden gelen sonuçlar, alerjik reaksiyona neden olan spesifik alerjeni tespit etmek ve negatif olan alerjenleri elimine etmek için kullanılır. Sonuçlar, zamanla antikorların spesifik IgE seviyelerinin izlenmesinde de yardımcı olabilir. IgE antikorlarının artışı, erken tanı aşamasında saptanabilir, bu da klinik semptomlar gelişmeden önce sensitizasyona işaret eder ve aşağıdaki risk altındaki hastaların tanımlanmasına yardımcı olur:

  • Alerji gidişatı – Ciltte oluşan semptomların solunum semptomlarına dönüşmesi
  • Şiddetlenme – Hafif semptomların şiddetli semptomlara dönüşmesi
  • Kronikleşme – Yinelenen semptomların kalıcı semptomlara dönüşmesi

ImmunoCAP Alerjen Komponentlerin Klinik Değeri

Moleküler Alergoloji, alerji tanılarına yönelik en son teknolojiye sahip yaklaşımdır. Burada tanımlanan tekli alerjen bileşenleri, geleneksel olarak kullanılan alerjen ekstraktları yerine, moleküler protein bazlı spesifik IgE’lerin saptanması için kullanılır (Şekil 1). Tekil alerjen komponentleri doğrudan alerjen kaynağından izole edilen veya rekombinant şekilde üretilen, yüksek oranda saflaştırılmış proteinlerdir.
Bu komponentlere karşı geliştirilen hassasiyetler ayrı tekil testlerle ölçülerek hastanın hangi komponente duyarlı olduğu kesin moleküler seviyede belirlenir. Bu durum alerjen ekstraktlarını baz alarak yapılan testlerden daha yüksek seviyede standardizasyon ve ayırt edici tanı imkanı sağlar. Moleküler Alergoloji sistemleri, alerjinin hassas tetikleyicisini belirleyebildikleri için, risk değerlendirmesi ve tedavi kararlarını kolaylaştıran güçlü bir tanı oluşturma aracıdır.

ISAC: Moleküler Alerji Paneli - 14.05.2018 - BİLİMSEL BÜLTENLER - Biruni Laboratuvarı - 0850 241 77 88

Şekil 1. Temel bir alerjen kaynağından, özgün alerjen komponentleri

Alerjen komponentleri bize ne anlatabilir?

Alerjen komponentleri, yapısal benzerliğe sahip olarak farklı protein aileleri altında gruplanmış proteinlerdir. Kaynaklarda farklı miktarlarda bulunan ve farklı kararlılıklara sahip bu komponentlere karşı geliştirilen hassasiyetin nedeni ortak grup özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Bu proteinlerin özelliklerine bağlı olarak, hastanın geliştirdiği sensitizasyon farklı sonuçlar doğurur. Bazı alerjen komponentleri spesifik, bazıları çapraz reaktiftir.

Moleküler Alergoloji Başka Hangi Katkıyı Sağlar?

Moleküler Alergoloji ile gelişmiş tanı için temel bir alerjen kaynağından, özgün alerjen komponentleri üretilebilir. Bu komponentlere karşı sensitizasyon ayrı bir testte bireysel olarak ölçülür ve kesin bir moleküler seviyede, hastanın hangi komponente duyarlı olduğu belirlenir. Bu bilgi, alerjinin yüksek hassassiyetle teşhisi için temel sağlar. Moleküler Alergoloji’de ekstrakt bazlı testler, komponent spesifik analizlerle birlikte kullanılır.

Ekstrakt hastanın hangi alerjen kaynağına karşı sensitizasyon gösterdiğinin cevabını verirken, alerjen komponentleri risk, spesifiklik ve çapraz reaksiyon hakkında hayati bilgilerin elde edilmesini sağlar.

1) Klinik reaksiyon riskini belirler

Moleküler Alergoloji, sensitizasyonla bağlantılı risk üzerine sonuçlar çıkarır. Kararlı alerjen komponentlerine sensitizasyon, sistemik reaksiyonların yanı sıra lokal reaksiyonları da ortaya çıkarabilirken, kararsız komponentlere sentisizasyon esas olarak lokal reaksiyonlarla bağlantılıdır.

ISAC: Moleküler Alerji Paneli - 14.05.2018 - BİLİMSEL BÜLTENLER - Biruni Laboratuvarı - 0850 241 77 88

Şekil 2. Sık görülen alerjen proteinleri ile ilişkili risk düzeyleri

Spesifik komponentler – alerji kaynaklarını açığa çıkaran benzersiz ipuçları sağlar.

Her alerjen kaynağı tipik olarak hem spesifik hem de çapraz reaktif alerjen komponentleri içerir. Spesifik alerjen komponentler, hemen hemen elde edildikleri kaynaklarla benzersiz olarak ilintilidir ve sadece sınırlı sayıdaki yakından ilişkili türlerde az miktarda bulunur. Her alerjen kaynağı bir veya birkaç spesifik alerjen komponenti içerebilir. Bunların herhangi birine sensitizasyon, kişide gerçek bir sensitizasyon olduğunu gösterir; bu ilgili alerjen kaynağının klinik semptomların başlıca nedeni olduğu anlamına gelir.

2) Çapraz reaksiyona bağlı semptomları açıklar

Çapraz reaksiyon veren antikorlar tarafından ortaya çıkarılan semptomlar, hasta yönetimi ve uygun kaçınma tavsiyesi vermek için önemli olan gerçek sensitizasyonun neden olduğu belirtilerden ayırt edilebilir. Sadece çapraz reaksiyon sensitizasyonun tespit edildiği durumlarda, primer sensitizörü bulmak gereklidir.

Çapraz reaktif komponentlerin tanımlanması

Tedaviye başlamadan önce alerjinin tam tetikleyicisinin tespit edilmesi önemlidir. Bununla birlikte hastaların; deri testlerinde ve ekstrakt bazlı antikor testleri gibi klinik testlerde alerjenlerin çapraz reaksiyon göstermesi yaygın karşılaşılan bir durumdur. Allerjen kaynaklarının ve en önemli pan-alerjenlerinin her birinin bileşenlerinin analizi, alerji semptomlarının tam tetikleyicilerinin hızlı ve doğru bir şekilde tespit edilmesini sağlar.

Çapraz reaksiyon, huş ağacı poleniyle ilişkili gıda alerjisi, bir çok huş poleni alerjisi hastasını etkileyen bir sendrom tarafından örneklenebilir. Çapraz reaksiyonun temelini oluşturan moleküler sebep, huş ağacı polen alerjisi olan hastaların Bet v 1 komponentine özgü spesific IgE antikorlarına sahip olmalarıdır. Bet v 1, pek çok gıdada ilgili proteinlere, örneğin soya ve yer fıstığı ile yapısal benzerliğe sahiptir. Böylece, hastanın Bet v 1 huş ağacına karşı IgE antikorları soya ya da fıstık bu ilgili proteinlerle çapraz reaksiyona girer.

ISAC: Moleküler Alerji Paneli - 14.05.2018 - BİLİMSEL BÜLTENLER - Biruni Laboratuvarı - 0850 241 77 88

Şekil 3 : PR-10, Protein- ısıya ve sindirime duyarlıdır. Pişmiş gıdalar sıklıkla tolere edilir. Çoğunlukla OAS gibi lokal semptomlar ile ilişkilidir. Polenlere, meyve ve sebzelere gösterilen alerjik reaksiyonlarla ilişkilidir.

3) Uygun Terapinin Seçimi- Spesifik İmmünoterapi (SIT) için doğru hastaları belirlemeye katkıda bulunur.

Başarılı bir Spesifik İmmünoterapi için spesifik alerjen komponentlerine karşı sensitizasyonun belirlenmesi gereklidir. İlgili alerjen kaynağından ekstrakte edilen komponente karşı gerçek bir sensitizasyon geliştiren hastalarda uygulanacak tedavinin sonucu bu bulgular ışığında olumlu yönde olacaktır. Hasta birincil olarak alerjen ekstraktlarının ana bileşenlerine karşı hassaslaştığı zaman SIT’lerin başarı olasılığı yüksektir. Sadece moleküler alerji tanıları bu tür derinlemesine bilgileri sunabilir. Daha sonra en uygun tedavi yöntemi seçilebilir ve hastalar gereksiz yere alerjenlerden uzak durma stresinden veya etkisiz SIT’lerden kurtulur.

ISAC: Moleküler Alerji Paneli - 14.05.2018 - BİLİMSEL BÜLTENLER - Biruni Laboratuvarı - 0850 241 77 88

Şekil 4 : Rekombinant alerjen bazlı tanı testleri ile huş ağacı ve çayır otu alerjene özgü spesifik immunoterapi

Protein Stabilitesi ve Miktarı

Gıda alerjeni komponentleri, ısıtılmaya ve sindirime karşı farklı stabilite gösterir ve alerjen kaynağındaki içerikleri değişebilir. Hem stabilite hem de miktar, komponentin ait olduğu protein ailesi tarafından yansıtılır. Bu nedenle, hastanın sensitizasyon profili ve tanımlanan komponentlerin hangi aileye ait olduğunu bilmek suretiyle sensitizasyonlar ile ilişkili riski değerlendirmek mümkündür.

ISAC: Moleküler Alerji Paneli - 14.05.2018 - BİLİMSEL BÜLTENLER - Biruni Laboratuvarı - 0850 241 77 88

Şekil 5 : Bir alerjen familyasındaki yapısal benzerliğe bağlı olarak allerjen moleküllerinin immünoglobulin E (IgE) seviyeleri.

a. 2S albüminleri (fındık, bakliyat ve tohumlarda stabil depolama proteinleri) arasında değişken, sınırlı çapraz reaktivite.

b. Bet v 1-PR-10 homolog gıda alerjenleri arasında değişken çapraz reaktivite.

c. Profilinlerin güçlü şekilde korunmuş ve benzer yapısına bağlı olarak yüksek çapraz reaktivite (polen, lateks ve gıdalarda)

Örneğin yumurta alerjisinde Gal d1 (ovomukoid) ana alerjendir ve alerjik reaksiyon şiddetinin bir göstergesi olarak kullanılır. Isıya-duyarlı Gal d2 (ovalbümin), Gal d3 (konalbümin) ve Gal d4 (lizozim) bileşenlerine karşı duyarlılıklar, yalnızca çiğ veya hafif pişmiş yumurta tüketimiyle ortaya çıkan belirtilerle ilişkilidir. Ovalbümin aşılarda kullanılır ve lizozim koruyucu madde olarak kullanılır, dolayısıyla bu bileşenlere karşı duyarlılığı olan hastalar ilgili bileşeni içeren ilaç veya gıda ürünlerine karşı reaksiyon gösterebilir. Yine benzer şekilde Bos d8’e (kazein) karşı reaksiyon, süt ve süt ürünlerine karşı güçlü bir alerjiye işaret eder. Kazein sıklıkla bir katkı maddesi olarak kullanılır, bu nedenle kazeine karşı duyarlılık çikolata veya patates cipsi gibi pek çok farklı gıdalara karşı duyarlılığa neden olabilir. Bos d (laktoferrin), Bosd4, Bos d5 ve Bos d6 bileşenleri ısıya karşı duyarlıdır ve bu bileşenlere karşı duyarlılıklar esas olarak taze süte karşı olan reaksiyonlarla ilişkilendirilir. Bos d6’ya (sığır serum albümini) karşı antikorlar ayrıca sığır etine karşı bir reaksiyona da neden olabilir.

ISAC: Moleküler Alerji Paneli - 14.05.2018 - BİLİMSEL BÜLTENLER - Biruni Laboratuvarı - 0850 241 77 88

Şekil 6 : Alerji tanısı için serolojik testler

ImmunoCAP ISAC Alerji Testi(İmmuno Solid-phaseAllergenChip)

ISAC: Moleküler Alerji Paneli - 14.05.2018 - BİLİMSEL BÜLTENLER - Biruni Laboratuvarı - 0850 241 77 88

Serumda IgE antikorlarının saptanması tip I alerjilerin teşhisinde önemli bir rol oynamaktadır. Şu anda kullanılan ekstrat bazlı spesifik IgE antikorları yöntemi İmmunoCAP-FEIA, alerji tanısında altın standarttır. Ancak bu test sadece sınırlı sayıdaki alerjenlerin eşzamanlı
olarak belirlenmesine izin verirken, Immuno CAP ISAC, 48 farklı ana alerjen kaynaktan 112 alerjen komponentinin aynı anda tespit
edilmesini sağlar. Bu sistem diziye dayalı, biochip teknolojisidir ve alerjen komponentler için spesifik IgE antikorlarının ölçümünde en
gelişmiş in vitro tanı testidir. ISAC Alerji testi kapsamlı ve spesifik bir IgE antikor profili tanımlanmasını kolaylaştırır.

ImmunoCAP ISAC yarı kantitatif bir testtir ve sonuçlar, 0.3 – 100 ISU-E ölçme aralığı içinde spesifik IgE antikor düzeyleri ISAC Standart Birimlerde (ISU) bildirmektedir.

ISAC Alerji Testi Avantajları:

112 alerjenik proteinin eşzamanlı analizi,hastanın klinik durumuna neden olan alerjenleri tek bir kan örneğinden tam ve hızlı bir şekilde belirlememize olanak tanır. Alerjenik protein çalışmalarının çok geniş yelpazesi, beklenmedik hassaslaşmaları vurgulamayı ve/veya diğerlerini ekarte etmeyi mümkün kılmaktadır. Sonuç olarak analiz, kişiye özel bir tedaviye yol açarak, tanıdaki iyileşme ile bireysel bir sensitizasyon profili elde etmeyi sağlar. Bütün bunlar hastanın yaşam kalitesinin artmasına yardımcı olurken, analizin ekonomik maliyeti, tek tek spesifik IgE’lerin analiz edilmesinden çok daha azdır. Çoğu alerjik hasta sayısız alerjene pozitif test sonuçları verir ve farklı alerjenler ve reaksiyonların rolü ile ilgili kesin olmayan tıbbi geçmişi nedeniyle semptomların gerçek nedeni belirlenemeyebilir.

Bu hastaların tanı ve tedavisinde ImmunoCAP ISAC;

  • Duyarlı hastaların gerçek sensitizasyon profiline ışık tutar.
  • Şiddetli gıda ile ilgili reaksiyonlar için potansiyel riski ortaya çıkarır.
  • Tedaviye yetersiz yanıt veren hastalarda IgE antikor profilini belirler.

Çapraz reaksiyona giren proteinler sayesinde ImmunoCAP ISAC Alerji testi, proteinlerin türetildiği 48 ana alerjen kaynağa ek olarak yüzlerce alerjen komponenti hakkında bilgi verebilir. ImmunoCAP ISAC, beklenmeyen duyarlılıkları ortaya çıkarabilir veya geniş bir alerjen serisi için IgE sonuçlarını vererek alerjiyi ekarte etmeye yardımcı olabilir. Sonuç olarak, hastalar açısından etkili ve optimize edilmiş tedavi prensipleri daha erken başlatılabilir ve hasta sağlığı temin edilirken, yaşam kalitesi arttırılmış olur.

Çapraz reaksiyon veren alerjen komponentleri daha yaygın olarak dağılır ve çok geniş bir yelpazede alerjen kaynakları arasında paylaşılabilir. Yapısal benzerliklerinin yüksek olması nedeniyle, IgE antikorunun çapraz reaksiyonuna neden olabilirler.

Farklı protein ailelerinden gelen bileşenler şiddeti değişen belirtiler ortaya çıkarmaktadır. Dolayısıyla, moleküler profilleme bir hastada anafilaktik şok gibi ciddi sistemik reaksiyonlar riskinin düşük veya yüksek olup olmadığını belirleyebilir. Sonrasında, hayati tehlike oluşturan reaksiyon riski altındaki hastalara, alerjenden kaçınma ve acil durumlarda alınması gereken uygun tedbirler konusunda tavsiyelerde bulunulabilir. Örneğin, eğer bir hasta profilinler ailesindeki alerjenlere karşı duyarlı ise, genel olarak daha hafif semptomlar beklenebilir. Depo proteinleri ailesine ait alerjenlere karşı duyarlı olan hastalarda ise hayati tehlike oluşturan sistemik reaksiyonların görülme riski yüksektir. Ayrıca, protein ailelerinin ısıya dayanıklıklarında farklılıklar bulunması gıda alerjilerinde önemli bir rol oynamaktadır.

Oral alerji sendromu (OAS) prevelansı artmaktadır. Şu anda İngiltere’de birincil bakım uygulamalarında nüfusun yaklaşık % 2’sini etkilediği bildirilmektedir. Klinik öykü ile sıklıkla teşhis edilebilmesine rağmen, çiğ meyve veya sebzeleri veya bazen çiğ kuruyemişleri yedikten sonra tipik oral semptomları olan hastalar için doğrulayıcı testlere ihtiyaç artmaktadır. Oral alerji sendromu olan hastalar ile fındık alerjisi olan hastalar arasındaki semptomların çakışması, genellikle, hasta yönetiminde bilgilendirmek ve riski sınıflandırmak için mevcut testleri kullanarak daha kesin bir tanımlama gerektiren bir alandır. ISAC Alerji testi ile çok sayıda rekombinant proteinlerin test edilmesi hastaların PR-10 ve / veya profilin proteinlerine (sadece birleşik düşük şiddetli klinik reaksiyon riski) veya lipid transfer proteini veya fıstık depolama proteinlerine (şiddetli reaksiyon riski daha yüksektir) reaksiyonun açıklığa kavuşturulmasında özellikle yararlıdır.

ISAC Endikasyonları:

  • Polisensensitize olan hastalarda teşhisin iyileştirilmesi.
  • Özellikle konvansiyonel alerji testlerinin pozitif sonuçları ile semptomlar arasında net bir korelasyon gözlenmeyen hastalarda tanı hatalarını önlemek.
  • Alerjen Spesifik İmmünoterapi açısından oluşabilecek terapötik hataları önleme.
  • Allerji açısından tutarsız klinik geçmişi olan ve/veya tedaviye yetersiz yanıt veren vakaları değerlendirmek.
  • İdyopatik anafilaksi anamnezi olan hastaların değerlendirilmesi
  • Beklenmeyen duyarlılıkları saptamak.

ISAC ALERJEN PROTEİN AİLELERİ

ImmunoCAP ISAC Alerji testi tek bir adımda büyük bir miktarda alerjene ait spesifik IgE antikor bilgisi sağlar. Çapraz reaksiyona giren proteinler sayesinde ImmunoCAP ISAC, proteinlerin türetildiği 51 kaynağa ek olarak yüzlerce alerjen kaynağı hakkında bilgi verebilir.

ISAC Immunocap Çapraz Reaksiyon Haritasını İncelemek İçin Lütfen Tıklayınız

Depo proteinleri

  • Isıya ve sindirime dayanıklı proteinlerdir, dolayısı ile gıdaların pişirilmesi ile de reaksiyon verirler.
  • OAS’ye ek olarak daha şiddetli sistemik reaksiyonlara neden olurlar.
  • Yeni bitkilerin gelişiminde kaynak malzeme olarak yemiş ve tohumlarda bulunan proteinler.

 

Profilin (1)

  • Bu proteinler ısıya ve sindirime duyarlıdır. Pişmiş gıdalar sıklıkla tolere edilir.
  • Nadiren klinik semptomlarla ilişkilendirilmekle birlikte bazı hastalarda lokal ve hatta şiddetli reaksiyonlara neden olabilir.
  • Profilinler tüm polenlerde ve yiyecek olarak kullanılan bitkilerde mevcuttur.

 

PR-10 proteini, Bet v 1 homologu  (1)

  • PR-10 proteinlerinin bir çoğu ısıya ve sindirime duyarlıdır. Pişmiş gıdalar sıklıkla tolere edilir.
  • Çoğunlukla OAS gibi lokal semptomlar ile ilişkilidir.
  • Polenlere, meyve ve sebzelere gösterilen alerjik reaksiyonlarla ilişkilidir.

 

Polcalcin (Kalsiyuma bağlanan proteinler) (2)

  • Yiyecek olarak kullanılan bitkilerde yer almayan, polenlere karşı çapraz reaksiyonu belirleyen bir markerdır.

 

LTP (spesifik olmayan Lipid Transfer Proteinler, nsLTP) (1)

  • Isıya ve sindirime dayanıklı proteinlerdir, dolayısı ile gıdaların pişirilmesi ile de reaksiyon verirler.
  • Genellikle OAS (Oral Allerji Sendromu)’a ek olarak sistemik reaksiyonlarla ilişkilidirler.
  • Şeftali ve türevlerinin yetiştiği bölgelerde meyve ve sebzelere karşı gelişen alerjik reaksiyonlarla ilişkilidir.

 

CCD  (2)

  • Çapraz reaktif karbonhidratlara karşı geliştirilen hassasiyetleri belirleyen bir markerdır.
  • Alerjik reaksiyonlara çok nadir sebep olsa da CCD içeren polen, yiyecek olarak kullanılan bitkiler, haşereler ve zehirlerin IVD sonuçlarında pozitifliğe neden olabilir.

 

Lipokalin  (3)

  • Hayvanlarda sabit olarak bulunan önemli alerjenlerdir.
  • Hayvan türleri arasındaki sınırlı çapraz reaktiviteyi gösteren bir komponenttir.

 

Parvalbümin  (3)

  • Bu proteinler ısıya ve sindirime karşı dirençlidir. Pişmiş gıdalarda da reaksiyona neden olurlar.
  • OAS’ye ek olarak daha şiddetli sistemik reaksiyonlara neden olurlar.
  • Ana alerjen balıkta bulunur ve farklı balık türleri ve amfibiler arasında çapraz reaksiyonu belirleyen bir markerdır.

 

Serum albümini  (3,4)

  • Bu proteinler ısıya ve sindirime karşı oldukça hassastır.
  • Hayvanları farklı biyolojik sıvılarında ve bölgelerinde yer alırlar. Örn. inek sütü, kan, et ve epiteller.
  • Farklı yaygın memeli türleri arasındaki çapraz reaksiyonlara neden olurlar. Örn. Kedi-köpek domuz

ISAC ÖNEMLİ ALLERJEN KOMPONENTLERİ

Gal d 1, Ovomucoid (yumurta beyazı) (3)

  • Ovomucoid IgE antikorları kalıcı yumurta alerjisi ile ilişkili olup genellikle hem çiğ hem de pişmiş olarak tolere edilememektedir.

 

Tropomiyozin  (3)

  • Bu proteinler ısıya ve sindirime karşı dirençlidir. Pişmiş gıdalarda da reaksiyona neden olurlar.
  • OAS’ye ek olarak daha şiddetli sistemik reaksiyonlara neden olurlar.
  • Kas dokularında aktine bağlanan proteinler olup kabuklu deniz hayvanları, maytlar ve hamamböceği arasında çapraz reaksiyonu belirleyen bir markerdır.

 

Ara h 1, 2, 3, 6, 8 ve 9 (yer fıstığı) (3)

  • Ara h 1, 2, 3, 6 ve 9 (LTP) IgE antikorları OAS’ye ek olarak yer fıstığı kaynaklı sistemik reaksiyonlara neden olur.
  • Ara h 8 (PR-10) IgE antikorları genel olarak OAS gibi daha hafif lokal semptomlara yol açar. Sıklıkla huş ağacına bağlı hassasiyetlerle ilişkilidir.

 

Gly m 4, 5 ve 6 (soya) (3)

  • Soya fasülyesine alerjik hastalarda sıklıkla Gly m 5 ve Gly m 6. Gly m 5 & Ara h 1 ve Gly m 6 & Ara h 3 IgE antikorları bulunmakta, anılan sıralamaya göre doğru orantılı olarak mercimek gibi diğer baklagiller ile de yüksek derecede benzerlik görülmektedir. Bu baklagillerde bulunan depo proteinlere ait IgE nedeniyle çapraz reaksiyon ve klinik reaktivite görülebilir.
  • Gly m 4 (PR-10) IgE antikorları genellikle OAS gibi lokal semptomlarla ilişkili olup huş ağacı hassasiyetinden ortaya çıkmaktadır. Bununla birlikte, Gly m 4’e karşı şiddetli reaksiyonlar gösteren bazı vakalar da rapor edilmiştir. Örn. huş ağacı poleni mevsiminde, sıklıkla egzersiz ve az işlenmiş soyalı içecekler alımı ile kombine şekilde.

 

Alt a 1 (Alternaria) (3)

  • Alt a 1, astım gelişimiyle ilgili olan Alternaria’nın ana alerjenidir.

 

Tri a 19, Omega-5 gliadin (buğday) (5,6,7)

  • Yetişkinlerde Omega-5 gliadin (Tri a 19) IgE antikorları buğday alınımına bağlı olarak egzersiz veya Non Steroidal Antienflamatuar İlaçların kullanımına bağlı olarak tetiklenen reaksiyonlar ile ilişkilidir.
  • Omega-5 gliadin (Tri a 19) IgE antikorları çocuklarda buğdaya karşı ani reaksiyon riskiyle bağlantılıdır.

 

ISAC: Moleküler Alerji Paneli - 14.05.2018 - BİLİMSEL BÜLTENLER - Biruni Laboratuvarı - 0850 241 77 88

 

ImmunoCAP ® ÇAPRAZ REAKSİYON HARİTASI

ImmunoCAP ® Çapraz Reaksiyon Haritası

Artmış Bağırsak Geçirgenliği ve Zonulin

Yazı Boyutunu Değiştirebilirsiniz

Son yıllarda yapılan çalışmalar; bağırsakların,  besinleri sindirim ve emilimi ile su ve elektrolit homeostazisi yanı sıra mukozal bariyer aracılığı ile vücuda yabancı çevresel antijenlerin girişinin  önlenmesinde de anahtar rol oynadığını göstermiştir (1). Bağırsak geçirgenliğinin artması sonucu bir çok hastalık gelişebilir ve bu hastalıklar yalnız bağırsak hastalıkları olmayabilir. Tip I Diabetes Mellitus, Multiple Skleroz, Allerji gibi otoimmun hastalıkların yanı sıra birçok hastalık da artmış bağırsak geçirgenliğinin sonucu  ortaya çıkabilir.  Birçok hastalığın bağırsaklardan başladığını kanıtlayan birçok bulgu vardır. Ancak bu hastalıkların bağırsaklarda lokalize olmaması dikkat çekicidir ve diğer organlarda da oluşabilir.

Zonulin bağırsak geçirgenliği artışını gösteren önemli bir biyobelirteçtir.

Bağırsak duvarı, bağırsağın içini çevreleyen tek hücreli kalın epitelyal hücrelerden oluşmuştur ve insan vücudu ile dış dünya arasındaki en geniş yüzeyli bariyerdir. Bu bariyerin bütünlüğünün korunması ve geçirgenliğin kontrolü immün sistemin regülasyonu ve patojenlere karşı korunmada çok önemlidir.

Bağırsak lümeninden dolaşıma geçişte  iki yol bulunur. İlki enterositlerin fırçamsı kenarları boyunca ‘’transporter’’ (taşıyıcılar) aracılığı ile olur, buna transsellüler yol denir, pek çok besin maddesinin emilimi bu yolla olur. İkinci yol; hücreler arası boşluklardan parasellüler geçiştir. Bu yoldan iyonlar, suda çözünen moleküller ve nadir mikroorganizmalar geçiş yapar (2,3). Parasellüler geçiş ‘’tight junctions’’ (sıkı kavşaklar)  adı verilen protein yapıda kapılar tarafından kontrol edilir. Bu dinamik yapılar beslenme durumu, fiziksel aktivite, hormonal ve sinirsel sinyaller ve inflamatuvar medyatörler ile uyumlu şekilde açılır ve kapatılır (4,5). Bağırsak sıkı kavşakları (tight junctions); besinlerin optimal emilimi ve transportu yanı sıra vücuda yabancı antijenlere karşı tolerans ve immunite arasında denge oluşumunun sağlanmasında da görev alır. Günümüzde bağırsak sıkı bağlantılarının yapısı hakkında önemli bilgiler varolmakla birlikte, fizyolojisi ve patofizyolojisi hakkında bilgilerimiz nispeten sınırlıdır. Zonulin; bu sıkı kavşaklarda anahtar pozisyonunda fizyolojik ve reverzibl bir modülatördür. Bu protein mukozada oluşur ve bağırsak geçirgenliğini direkt olarak  kontrol eder (2,6,7).  Bağırsak lümenindeki bakteriler veya gıdalardaki tetikleyici maddeler (ör: gluten)  gibi uyaranlara yanıt olarak Zonulin lümene salınır ve epitel hücrelerinin apikal yüzeylerindeki reseptörlere bağlanarak sıkı kavşakların bütünlüğünün bozulmasına neden olan yolakları başlatır (8,9). Hücre içi sıkı bağlantılarının bilinen tek fizyolojik modülatörü Zonulin’in keşfi, bağırsak epitelyal parasellüler yolağın, karmaşık mekanizmalarını ve genetik olarak yatkın kişilerde bu mekanizmalardaki bozuklukların, otoimmün hastalıklara neden olduğunu anlamamızı sağladı.

Bağırsak lümeninden dolaşıma geçişte  iki yol bulunur. İlki enterositlerin fırçamsı kenarları boyunca ‘’transporter’’ (taşıyıcılar) aracılığı ile olur, buna transsellüler yol denir, pek çok besin maddesinin emilimi bu yolla olur. İkinci yol; hücreler arası boşluklardan parasellüler geçiştir. Bu yoldan iyonlar, suda çözünen moleküller ve nadir mikroorganizmalar geçiş yapar (2,3). Parasellüler geçiş ‘’tight junctions’’ (sıkı kavşaklar)  adı verilen protein yapıda kapılar tarafından kontrol edilir. Bu dinamik yapılar beslenme durumu, fiziksel aktivite, hormonal ve sinirsel sinyaller ve inflamatuvar medyatörler ile uyumlu şekilde açılır ve kapatılır (4,5). Bağırsak sıkı kavşakları (tight junctions); besinlerin optimal emilimi ve transportu yanı sıra vücuda yabancı antijenlere karşı tolerans ve immunite arasında denge oluşumunun sağlanmasında da görev alır. Günümüzde bağırsak sıkı bağlantılarının yapısı hakkında önemli bilgiler varolmakla birlikte, fizyolojisi ve patofizyolojisi hakkında bilgilerimiz nispeten sınırlıdır. Zonulin; bu sıkı kavşaklarda anahtar pozisyonunda fizyolojik ve reverzibl bir modülatördür. Bu protein mukozada oluşur ve bağırsak geçirgenliğini direkt olarak  kontrol eder (2,6,7).  Bağırsak lümenindeki bakteriler veya gıdalardaki tetikleyici maddeler (ör: gluten)  gibi uyaranlara yanıt olarak Zonulin lümene salınır ve epitel hücrelerinin apikal yüzeylerindeki reseptörlere bağlanarak sıkı kavşakların bütünlüğünün bozulmasına neden olan yolakları başlatır (8,9). Hücre içi sıkı bağlantılarının bilinen tek fizyolojik modülatörü Zonulin’in keşfi, bağırsak epitelyal parasellüler yolağın, karmaşık mekanizmalarını ve genetik olarak yatkın kişilerde bu mekanizmalardaki bozuklukların, otoimmün hastalıklara neden olduğunu anlamamızı sağladı.

İyi işleyen bağırsak absorbsiyonu beslenmede yaşamsal öneme sahiptir. Diğer yandan bağırsak mukozası, vücudu patojen bakterilerden ve çevresel kirliliklerden korur. Bu nedenle bağırsaktan kontrollü geçirgenlik sağlık için büyük öneme sahiptir. Çevresel tetikleyicilerin uzun süreli Zonulin upregülasyonu, bağırsak geçirgenliğinin artmasına, bağırsaktaki antijenlerin submokozaya sürekli geçişine neden olur. Eğer bağırsak geçirgenliği artarsa çok miktarda zararlı madde dolaşım sistemine geçer. Öncelikle bağırsak mukozası enfekte olur. Bu durum uzun dönemde bağırsak mukozasının hasarına yol açar. Böylelikle bağırsakların geçirgenliği daha da artar ve kısır döngüye girilir, bu geçirgenlik artışı immun sistemin yoğun reaksiyonuna neden olur. Bağırsak geçirgenliğinin artması sonucu zararsız gıda maddeleri dolaşıma geçerek, gıda alerjilerine veya gıda intoleransına yol açar ve yakınmalar başlar. Ek olarak diğer immünolojik reaksiyonlarda gelişir. Aşırı geçirgen ya da sızdıran bağırsak adı verilen bu durum uzun dönemde vücudun kendi hücre yapı ve organları ile ilişkili otoantikorlar üretir ve otoimmun hastalıklara neden olur. Özellikle Tip I Diyabetes Mellitus, Multiple Skleroz, Romatoid Artrit, Çölyak Hastalığı ve daha birçok otoimmun  hastalık, artmış bağırsak geçirgenliği nedeni ile gelişebilir (1,10). Bağırsaktan aşırı geçirgenlik ayrıca etyolojisi iyi bilinmeyen  irritabl bağırsak sendromu gibi kronik hastalıklarla da ilişkilendirilmiştir. Bakterilerin dolaşıma geçmesi, karaciğerde inflamasyon yoluyla, yağlı karaciğer hastalığı, Tip II Diyabetes Mellitus ve kardiyovasküler hastalıklar gibi bir çok metabolik durumda da nedensel rol oynamaktadır. Bağırsak bariyerinin bozulması, bakteriyel toksinler ve sitokin kaskadları aracılığı ile nöroinflamasyon ve depresyon gelişimi ile de ilişkilendirilmiştir (11).

Zonulin İle İlişkili Olan Bazı Hastalıklar (3)

Otoimmün Hastalıklar:

Çölyak Hastalığı

Ankilozan Spondilit

Romatoid Artrit

Crohn Hastalığı

SLE

Kanserler:

Akciğer Kanseri

Meme Kanseri

Pankreas Kanseri

Over Kanseri

Beyin Kanseri

Sinir Sistemi Hastalıkları:

Kronik İnflamatuar Demiyelinizan Nöropati

Multiple Skleroz

Şizofreni

   

Çölyak hastalığında bağırsak permeabilitesi artmıştır ve Zonulin’in upregülasyonu sonucudur. Dermatitis Herpetiformis hastalarında, minimal bağırsak hasarı varken, Zonulin’in yüksek düzeyleri, Zonulin ilişkili anormal bağırsak geçirgenliğinin,  glutene bağlı hastalıkların patogenezinde erken rol oynadığını desteklemektedir (12). Gluten kaynaklı  gliadinin, nonçölyak hastalarda dahi, Zonulin salınımını stimüle ettiği ve bağırsak geçirgenliğini arttırdığı gösterilmiştir (9). Tip I diyabetli hastaların önemli bir bölümünde (bir çalışmada %42) yüksek Zonulin seviyeleri, hastalık başlangıcından birkaç yıl önce gösterilmiştir (12). Bu durum otoimmün diyabette bağırsak aşırı geçirgenliğinin  nedensel bir rolü ve hastalığın  başlangıcı ve ilerlemesinde Zonulin’in prediktif değeri  ile uyumludur (11,13). Klinik öncesi çalışmalar, Tip I Diyabetes Mellitus patogenezinde Zonulin aracılı hiperpermeabilitenin rolünü desteklemektedir. Bozulmuş bağırsak bariyer fonksiyonu ve yüksek Zonulin düzeylerinin, vücut kitle indeksinden bağımsız olarak  insülin direnci ve Tip II Diyabetes Mellitus ile ilişkili olduğu saptanmıştır (14,15).  Zonulin düzeyinin astım hastalarının yaklaşık % 40’ında yüksek bulunmuştur ve bu hastalarda bağırsak geçirgenliği artmıştır. Normalde sıkı kavşaklarda önlenecek spesifik antijenlerin ve irritanların parasellüler geçiş yoluyla dolaşıma geçmesi ve allerjik reaksiyonların başlaması astıma yol açmaktadır (16)

Çalışmalarda bağırsak geçirgenliğinin altın standartı olan laktuloz-mannitol  testi ile Zonulin düzeylerinin kuvvetli korelasyonu gösterilmiştir. Zonulin bozulmuş bağırsak geçirgenliğinin gösterilmesinde çok iyi bir biyobelirteçtir. Seruma beyin ve akciğer gibi organlardan da Zonulin salınması nedeniyle dışkı örneği daha uygundur. Hastalar örnek vermeden bir ay öncesine kadar antibiyotik ve iki hafta öncesine kadar da probiyotik almamış olmalıdır.

REFERANSLAR:

1- Fasano A..Ann N.Y.  Zonulin, regulation of tight junctions, and autoimmune diseases. Acad Sci.2012 Jul:1258(1):25-33

2- Fasano A. Physiological, Pathological, and Therapeutic Implications of Zonulin-Mediated Intestinal Barrier Modulation.  Am J Pathology 2008;173:1243–1252.

3- Fasano A.  Zonulin and its regulation of intestinal barrier function: the biological door to inflammation, autoimmunity, and cancer. Physiol Rev 2011;91:151–175

4- Arrieta MC, et al. Alterations in intestinal permeability.  Gut 2006;55:1512–1520.

5- Lamprecht M, Frauwallner A.  Exercise, intestinal barrier dysfunction and probiotic supplementation. Med Sport Sci 2012;59:47–56.

6- Wang W, et al. Human zonulin, a potential modulator of intestinal tight junctions. J Cell Sci 2000;113:4435–4440.

7- Fasano A.  Intestinal Permeability and its Regulation by Zonulin: Diagnostic and Therapeutic Implications. Clin Gastroenterol Hepatol 2012;10:1096–1100.

8- El Asmar R, et al. Host-dependent zonulin secretion causes the impairment of the small intestine barrier function after bacterial exposure. Gastroenterol 2002;123:1607–1615.

9- Tripathi A, et al. Identification of human zonulin, a physiological modulator of tight junctions, as prehaptoglobin-2.  Proc Natl Acad Sci 2009;106:16799-16804.

10- Fasano A, Shea-Donohue T. Mechanisms of disease: the role of intestinal barrier function in the pathogenesis of gastrointestinal autoimmune diseases.  Nat Clin Pract Gastroenterol Hepatol 2005;2:416–422.

11- Leonard B, Maes M.  Mechanistic explanations how cell-mediated immune activation, inflammation and oxidative and nitrosative. Neurosci Biobehav Rev 2012;36(2):764–785

12- Smecuol E, et al. Permeability, zonulin production, and enteropathy in dermatitis herpetiformis.  Clin Gastroenterol and Hepatol 2005;3:335–341.

13- De Kort S, et al. Leaky gut and diabetes mellitus: what is the link? Obes Rev 2011;12:449–458.

14- Moreno-Navarrete JM, et al. Circulating Zonulin, a Marker of Intestinal Permeability. PLOS One 2012;7:e37160.

15- Zhang D, et al. Circulating zonulin levels in newly diagnosed Chinese type 2 diabetes patients. Diabetes Res Clin Pract 2014;106:312–318.

16- Hijazi Z, Molla AM, Al-Habashi H, Muawad WM, Molla AM,  Sharma PN. Intestinal permeability is increased in bronchial asthma. Arch Dis Child 89: 227–229, 2004.

Gıda İntoleransı Testi

Yazı Boyutunu Değiştirebilirsiniz

Gıda İntoleransı Panelleri

Gıda İntoleransı 216

Etler: Sığır eti, Tavuk eti, Kuzu eti, Domuz eti, Hindi eti, Ördek eti, At eti, Beç tavuğu eti, Bıldırcın eti, Deve kuşu eti, Karaca eti, Kaz eti, Keçi eti, Tavşan eti,

Balıklar, Deniz Ürünleri: Somon balığı, Ton balığı, Midye, İri karides, Hamsi, Kılıç balığı, Alabalık, Dil balığı, Morina balığı, Kerevit, Ahtapot, Çipura, Havyar, Istakoz, İstiridye, Kalamar, Kalkan balığı, Levrek, Mezgit, Okyanus levreği, Ringa balığı, Sardalya, Sazan, Turna balığı, Uskumru, Yengeç, Yılan balığı,

Meyveler: Elma, Kayısı, Muz, Kiraz, Üzüm (beyaz / mavi), Kivi, Limon, Nektarin, Portakal, Ananas, Çilek, Karpuz, Armut, Erik, Geyfurt, Şeftali, Hurma, Ahududu, Avakado, Bektaşi üzümü, Böğürtlen, Frenk üzümü, Frenk üzümü siyah, İncir, Kantalup Kavunu, Kavun, Kırmızı yaban mersini, Liçi (Çin meyvesi), Mango, Nar, Papaya, Tatlı Kestane, Yaban mersini,

Sebzeler: Patlıcan, Pancar, Dolmalık biber, Brokoli, Havuç, Kereviz, Acı kırmızı biber (çili), Salatalık, Yeşil salata, Kuzu marulu, Yaban turpu, Pırasa, Soğan, Patates, Kırmızı lahana, Domates, Şalgam, Kabak, Enginar, Kuşkonmaz, Ispanak, Yeşil fasülye, Bezelye, Soya fasülyesi, Zeytin, Acı Kırmızı Biber, Arpacık Soğanı, Bahçe Nanesi, Bakla, Brüksel lahanası, Çin lahanası, Dereoto, Frenk soğanı, Göbek salata, Hindiba, Kapari, Karalahana, Karnabahar, Kıvırcık lahana, Maş fasulyesi, Meksika fasülyesi, Misket limonu, Pazı, Roka, Su kabağı, Sultani bezelye, Tatlı patates, Turp, Yer elması, Yeşil lahana, Asma yaprağı,

Tahıllar: Arpa unu, Gluten, Yulaf unu, Çavdar unu, Kılçıksız buğday, Buğday unu, Kara buğday unu, Keten tohumu, Mısır, Darı, Pirinç, Mercimek, Kuru fasülye, Nohut,

Yumurta ve Süt Ürünleri: Yumurta sarısı (tavuk), Yumurta akı (tavuk), İnek sütü, Keçi sütü, Koyun sütü, Keçi peyniri, Koyun peyniri, Yoğurt, Camambert peyniri, Çökelek, Emmental peyniri, İşlenmiş peynir, Kefir, Lor peyniri, Mozzarella peyniri, Tereyağı,

Otlar / Baharatlar: Fesleğen, Karabiber (siyah / beyaz), Tarçın, Hardal tohumu, Küçük Hindistan cevizi, Kekik, Maydanoz, İngiliz nanesi, Haşhaş tohumu, Biberiye, Dağ kekiği, Vanilya, Defne yaprağı, Kabartma tozu, Kanola, Karanfil, Kazein, Keçiboynuzu, Kimyon, Kişniş otu, Köri, Mercanköşk, Meyan kökü, Rezene, Safran, Sarı papatya, Şerbetçi otu, Tarhun, Zencefil, Bambu filizleri,

Kuruyemiş: Badem, Kaju fıstığı, Kakao çekirdeği, Fındık, Yer fıstığı, Antep fıstığı, Susam, Ayçekirdeği, Ceviz, Hindistan cevizi, Brezilya fındığı, Çam fıstığı, Kola cevizi, Kuru üzüm, Kuşburnu, Macadamia fındığı,

Diğer Etkenler: Mantar karışımı 1, Mantar karışımı 2, Bira Mayası, Hamur mayası, Bal, Kahve, Siyah çay, Ada çayı, Aloe Vera, Anason,  Aspir yağı, Yeşil çay, Siyah çay, Agar agar, Beta-Laktoglobulin,

 

Gıda İntoleransı Analizi 108 Alerjen

Etler: Sığır eti, Tavuk eti, Kuzu eti, Domuz eti, Hindi eti

Balıklar, Deniz Ürünleri: Somon balığı, Ton balığı, Midye, İri karides, Hamsi, Kılıç balığı, Alabalık, Dil balığı, Morina balığı, Kerevit

Meyveler: Elma, Kayısı, Muz, Kiraz, Üzüm (beyaz / mavi), Kivi, Limon, Nektarin, Portakal, Ananas, Çilek, Karpuz, Armut, Erik, Geyfurt, Şeftali, Hurma

Sebzeler: Patlıcan, Pancar, Dolmalık biber, Brokoli, Havuç, Kereviz, Acı kırmızı biber (çili), Salatalık, Yeşil salata, Kuzu marulu, Yaban turpu, Pırasa, Soğan,
Patates, Kırmızı lahana, Domates, Şalgam, Kabak, Enginar, Kuşkonmaz, Ispanak, Yeşil fasülye, Bezelye, Soya fasülyesi, Zeytin, Sarımsak

Tahıllar: Arpa unu, Yulaf unu, Çavdar unu, Kılçıksız buğday, Buğday unu, Kara buğday unu, Keten tohumu, Mısır, Darı, Pirinç, Mercimek, Kuru fasülye

Yumurta ve Süt Ürünleri: Yumurta sarısı (tavuk), Yumurta akı (tavuk), İnek sütü, Keçi sütü, Koyun sütü, Keçi peyniri, Koyun peyniri, Yoğurt

Otlar / Baharatlar: Fesleğen, Karabiber (siyah / beyaz), Tarçın, Hardal tohumu, Küçük Hindistan cevizi, Kekik, Maydanoz, İngiliz nanesi, Haşhaş tohumu, Biberiye, Dağ kekiği, Vanilya

Kuruyemiş: Badem, Kaju fıstığı, Kakao çekirdeği, Fındık, Yer fıstığı, Antep fıstığı, Susam, Ayçekirdeği, Ceviz, Hindistan cevizi

Diğer Yiyecekler: Mantar karışımı 1, Mantar karışımı 2, Bira Mayası, Hamur mayası, Bal, Kahve, Siyah çay

Genital Panel Testi

Yazı Boyutunu Değiştirebilirsiniz

Cinsel yolla bulaşan hastalıklardan korunmada ve bunların kontrolünde taramanın önemi büyüktür. Hastanın klinik takibi ve tedavisi için, hızlı tanı önemlidir. Bu nedenle, farklı patojenlerin tek bir reaksiyonda incelenebildiği “nükleik asit amplifikasyon testleri” tercih edilmektedir. Özgüllüğü ve duyarlılığı çok yüksek olan bu testler, altın standart tanımının değişmesine yol açmıştır.

Cinsel yolla bulaşan enfeksiyonlar; ‘Human Immunodeficiency Virus’ (HIV) enfeksiyonunun tanımlanmasıyla gündemde yeniden öne çıkan ve halk sağlığı sorunu olarak tüm dünyada önem kazanan enfeksiyonlardır. Erken tanı konulması ve uygun tedavinin gerekirse partner ile birlikte yapılması, hem fiziksel sağlık hem de üreme sağlığı açısından önem taşır. Cinsel yolla bulaşan bu hastalıklar özellikle kadınlarda ve çocuklarda, uzun dönemde ortaya çıkabilecek enfeksiyonlara, infertiliteye, çeşitli kanserlere, pelvik inflamatuar hastalıklara ve yenidoğanda körlüğe kadar giden göz enfeksiyonlarına neden olurlar. Ayrıca HIV bulaşma riski, genital hastalığı olanlarda 2 ila 5 kat artmaktadır. Cinsel yolla bulaşan hastalıklardan korunmada ve bunların kontrolünde taramanın önemi büyüktür. Hızlı tanı, hastanın klinik takibi ve tedavisi için önemlidir. Chlamydia trachomatis ve Neisseria gonorrhoeae; üretrit, servisit ve proktitin önde gelen etkenlerindendir. Mycoplasma genitalium, erkeklerde görülen inatçı üretritin %15-25’inden sorumludur. Üreme çağındaki kadınlarda görülen bakteriyel vajinitlerde, çoğunlukla Gardnerella vaginalis, Ureaplasma, Mycoplasma, aerop ve anaerop bakteriler, Trichomonas vaginalis , Candida ve virus enfeksiyonlarından Herpes önemli yer tutar.

Genital Panel ile Bakılan Patojenler

Chlamydia trachomatis, Chlamydiaceae ailesinden; hareketsiz, zorunlu hücre içi bakterisidir. Cinsel yolla bulaşan ve üreme problemlerine neden olan en yaygın etkenlerdendir. Enfekte olanların çoğu, bir bulgu göstermediği için hastalıklarından haberdar değillerdir. Ancak tedavi edilmediğinde bu enfeksiyon ciddi komplikasyonlara yol açabilir. Erkeklerde nongonokokal üretrit ve epididimit, kadınlarda ise pelvik inflamasyon, salpenjit, infertilite ve ektopik gebeliklere neden olabilir. Ayrıca Chlamydia enfeksiyonu, yenidoğanda oftalmia neonatoruma da neden olur.

Neisseria gonorrhoeae, Neisseria ailesinden; ‘kahve çekirdeği’ görünümünde gram negatif kok olup, gonorenin etkenidir. Gonore, tüm dünyada cinsel yolla bulaşan enfeksiyonlarda ikinci sırada yer alır. Erkeklerde üretrit, proktit ve epididimit; kadınlarda pelvik inflamasyon, infertilite ve ektopik gebeliklere neden olabilir. Enfekte anneden doğan yeni doğan bebeklerde konjonktivitlere ve gonokoksik oftalmiye neonataruma da neden olur.

Mycoplasma genitalium / hominis, laboratuvar ortamında üretilmesi oldukça zor olan ve genital sistemde ciddi inflamatuvar sendromlara yol açan bir bakteridir. Erkeklerde nongonokokal üretrit, kadınlarda ise servisit, endometriozis, üretrit ve pelvik inflamasyona neden olur.

Trichomonas vaginalis, kamçılı bir protozoandır. Kadınlarda vajinitin yaygın nedenlerindendir. Erkeklerde ise üretrit yapar. Tedavi edilmediğinde HIV bulaşını kolaylaştırır. Ayrıca, enfekte kadınlarda erken doğum ve düşük doğum ağırlıklı bebekler gözlenir.

Ureaplasma urealyticum / parvum, hem kadın, hem erkekte normal florada bulunurlar. Üretrit, infertilite (kısırlık), erken doğum, ölü doğuma neden olabilmektedir.

Gardnerella vaginalis, bakteriyal vajinoza sebep olan anaerob (oksijensiz ortamda yaşayan) bir bakteridir. Kötü kokulu vajinal akıntı, kaşıntı, yanma, cinsel ilişki sırasında ağrıya neden olur.

Herpes Simplex Virüs 1 (HSV 1),  genellikle ağızda uçuk ve yaralara neden olur. Daha az sıklıkla genital bölgede enfeksiyona neden olabilir.

Herpes Simplex Virüs 2 (HSV 2), çoğu genital herpes vakasının nedenidir. Cinsel temastan yaklaşık 2-20 gün sonrasında gelişir. Nadire cinsel bölgenin dışında da enfeksiyona neden olabilir.

Treponema pallidum, cinsel yolla bulasan ve yaygın bir hastalık olan sifilize (frengi) neden olur. Eğer frengi tedavi edilmezse gebeliğin herhangi bir döneminde ya da doğumda hastalık anneden bebeğe bulaşabilmektedir. Bu durum konjenital sifiliz olarak adlandırılır. Konjenital sifiliz ölü doğum ve doğum sonrası bebek ölümlerine yol açabilmektedir. Bunun dışında, bebeklerde konjenital sifiliz nedeniyle, kemik hasarı, şiddetli anemi, hepatosplenomegali, sarılık, körlüğe veya sağırlığa neden olan nörolojik sorunlar, menenjit veya deri döküntüleri gibi komplikasyonlar görülebilmektedir.

Candida albicans, kadınlarda çok yaygın görülen bir vajinal mantar enfeksiyonudur. Vajinada yanma, kaşıntı, yoğun beyaz akıntı, sık idrara çıkma, cinsel ilişki sırasında ağrıya neden olur.

NÜKLEİK ASİT AMPLİFİKASYON TESTLERİ

Nükleik asit amplifikasyon testleri, klinik laboratuvarlarda, ilk olarak genital Chlamydia trachomatis ve Neisseria gonorrhoeae enfeksiyonlarının tanısında kullanılmaya başlanmış, daha sonra diğer etkenler için de geliştirilmiştir. Bu testler genomik DNA’yı real-time PCR yöntemi ile saptar. Yapılan klinik değerlendirmeler göstermektedir ki, bu testlerle kültürden, antijen tespitinden ve nükleik GENİTAL PANEL asit hibridizasyon testlerinden daha duyarlı sonuçlar elde edilmektedir. Duyarlılığı %95 ve özgüllüğü %99.5 olarak bildirilmektedir. Bu testler, altın standartın tanımlanmasında kültüre alternatif olmuş ve bununla ilgili yeni protokoller oluşturulmasını sağlamıştır.

Genital ülseratif hastalıklarda, en sık neden herpes enfeksiyonu olmakla birlikte, bu patojeni sadece klinik değerlendirmeyle tanımlamak mümkün değildir. Özellikle tekrarlayan genital herpes enfeksiyonlarında, hücre kültürünün duyarlılığı çok düşüktür. Ayrıca, normal besiyerlerinde üretilmesi çok zor olan Chlamydia trachomatis, Neisseria gonorrhoeae, Trichomonas vaginalis ve Gardnerella vaginalis gibi patojenlerin de nükleik asit amplifikasyon testi ile saptanması kolay, hızlı ve güvenilirdir. Zor üremelerinin yanı sıra, her biri için farklı kültür ortamları gereken tüm bu patojenler nükleik asit amplifikasyon testinde tek bir reaksiyonda hep birlikte incelenebilirler.

Örnek alım kolaylığı açısından bu testin erkekte idrar örneğinde de çalışılabilmesi, bu testin bir diğer üstün özelliğidir. Bu testler sayesinde, asemptomatik hastalarda da tarama programlarının geliştirilmesi kolaylaşmış ve ayrıca hastaların temasta olduğu kişilerin test edilmesine de olanak sağlamıştır. Tüm bu nedenlerle PCR temelli nükleik asit testleri tercih edilmelidir.

ÖRNEK ALMA

Genital panel testinde bakılan patojenler arasında yer alan zorunlu hücre içi bakteri ve virüsler dış ortama dayanıksız olduğundan, hasta örneğinin uygun şartlarda alınması ve uygun transport besiyerlerine konulması gerekmektedir. Örnekler laboratuvara, bu transport besiyerleri ile gönderilmelidir. Erkeklerde üretral swab veya idrardan, kadınlarda ise servikal swab örneklerinden test yapılmaktadır. Erkeklerde swab, üretranın 3-4 cm içine sokularak birkaç kez çevrilmelidir; kadınlarda ise jinekolojik muayene sırasında yeterli miktarda endoservikal kollumnar ve skuamokollumnar hücre gelecek şekilde sürüntü örneği alınmalıdır. Erkeklerde idrar alımından önce bölge temizlenmemeli ve örnek steril idrar kültür kabında gönderilmelidir; transport besiyeri gerekmemektedir.

REFERANSLAR

  1. Clevland Clinic Journal of Medicine Volume 81 • Number 2 February 2014
  2. Expert Rev Anti Infect Ther. 2014 June ; 12(6): 657–672
  3. Flora of the Female Genital Tract x CID 2001:32 (15 February)
  4. FTD 52– 32_64 – MANUAL- v1 – 2015_03

KARACİĞER YAĞLANMASI

Karaciğer yağlanması (steatosis), karaciğer hücrelerinde aşırı yağ birikimi sonucunda oluşur ve karaciğerin kendini koruma amaçlı oluşturduğu yağ bezleridir. Karaciğer hücrelerinde normalden fazla yağ toplanması nedeniyle meydana gelen tıbbi bir durum olan karaciğer yağlanması, toplumdaki her 4-5 kişiden birinde görülmektedir. Kadın ve erkekte ise aynı sıklıkta görülür.

Gıda alışkanlıklarınızın değişimi ile gelen sağlıksız beslenme, egzersizden yoksun hareketsiz yaşam, sosyal hayatla ile birlikte artan alkol kullanımı, şok diyetler ve genetik yatkınlık gibi faktörler ile günlük yaşamdaki bazı yanlış alışkanlıklarımız karaciğer yağlanmasına zemin hazırlayabilir. Tüm bunların yanı sıra Hepatit C, Wilson hastalığı, çok uzun süre aç kalma, damardan beslenme, yanlış ilaç kullanımı ve Reye Sendromu gibi rahatsızlıklarınızda da benzer durumla karşılaşabilirsiniz.

Günlük hayatımızdaki hatalı alışkanlıklarımızdan kaynaklı karaciğer yağlanmasının yanı sıra karaciğerinizin sağlıksızlaşmaya başladığını ciltte kaşıntı, gözde ve idrar renginde sarılık, karın şişmesi, ciltte kırmızı lekeler, ellerde ve ayak tabanlarında sıcaklık artışı, kızarıklık, ciltte kırmızı renkli ve örümcek ağını andıran oluşumlar; ilk etapta baş gösteren belirtiler arasında görülebilir. Şeker metabolizmasında bozulma, insülin direnci gibi diğer etmenler ise karaciğerin işlevini tam olarak yerine getiremediğini gösteriyor olabilir. Bazı durumlarda geçmeyen halsizlik, yorgunluk, bulantı, kusma, iştah kaybı, konsantrasyon bozukluğu karnın üst sağ kısmında gibi etkiler görülebilir.

Karaciğer yağlanması ise sıkça karşımıza çıkan diğer karaciğer hastalıklarının aksine genel olarak belirti vermez; ancak karaciğerin bulunduğu (sağ kaburgaların hemen altındaki bölge) bölgede bir rahatsızlık hissi oluşabilir. Karaciğerde yağ birikimi arttıkça ve organ genişledikçe çevresindeki diğer organlar ve dokulara baskı yaptığından ağrılara neden olabilir.

Karaciğerde aşırı yağ birikmesinin sonucunda;

  1. Karaciğerde yağlanmanın bir sonucu olarak tıp dilinde steatoheapatit adı verilen karaciğerde iltihap meydana gelir.
  2. Karaciğer yağlanması, basit yağlanma durumundan “steatohepatit” sürecine geçmişse zamanla karaciğer hücrelerinin tahrip olmasına (nekroz) yol açar ve fibroz denilen, aynı zamanda karaciğer sirozunun başlangıcı sayılan duruma zemin hazırlar.

Karaciğer yağlanması nasıl teşhis edilir?

  • Ultrasonografi

    Ultrasonografi ile hastalığın ciddiyet seviyesine ve karaciğerdeki yağın miktarı tespit edilebilir.

  • Karaciğer biyopsisi

    Lokal anestezi altında ince bir iğne ile karaciğerden çok küçük bir parçanın alınıp patoloji uzmanı tarafından mikroskopik olarak incelenmesi yöntemi, kesin bir tanı edinmenizi sağlar ve yağlı karaciğer bulundurma konusunda yüksek risk taşıyan grupta kullanılır.

  • Laboratuvar testleri

    Kanda bakılan karaciğer fonksiyon testlerinde yükselme araştırılır; Kan yağları ve insülin direnci tayini yapılır. Genelde, bu karaciğer problemini yaşayan hastaların testlerinde alınan sonuçlar normal kişilerin sonuçlarından 2-3 kat daha yüksektir. Bu probleme sahip kişilerin glukoz, kolesterol ve trigliserit seviyeleri genel olarak yüksek çıkmaktadır.

Karaciğer yağlanması nasıl tedavi edilir?

Tedavide en önemli adım, öncelikle tatlı, şekerli ve nişastalı gıdaların tüketiminin azaltılması ve günde en az 30 dakika olacak şekilde tempolu yürüyüş veya hafif koşu tarzı egzersiz programının başlatılması şeklinde yaşam tarzının değiştirilmesidir.

Karaciğer yağlanması çoğunlukla daha ciddi bir hastalığa neden olmadan kontrol altına alınabilmektedir. Ancak çağımızda obezite çok yaygın olduğundan karaciğer yağlanması sorunu her geçen yıl artmaktadır.

Karaciğer yağlanmasını önlemek için ne yapabiliriz?

  • Alkolden uzak durun!

    Karaciğere en çok zarar veren ve karaciğer yağlanmasına yol açan temel etkenlerden biri alkol. Düzenli, uzun süreli (10 yıldan fazla) ve karışık alkol türlerini kullananlarda karaciğer yağlanması ciddi boyutlara ulaşabiliyor. Üstelik bu kişilerde kilo fazlalığının da olması karaciğer için risk derecesini arttırabiliyor. Alkol sonucu vücutta biriken toksinler, karaciğer hücrelerine zarar vererek siroz oluşmasını kolaylaştırıyor; siroz ve karaciğer yetmezliği gibi ölümcül sonuçlar doğurabilecek hastalıklara neden olabiliyor. Alkolden mutlaka kaçınmalısınız.

  • Düzenli egzersiz yapın!

    Karaciğer yağlanması ve bağlantılı diğer hastalıklar genel olarak obeziteyle ilgili durumlardan kaynaklanmaktadır. İşte bu nedenle karaciğer problemlerinizin önüne geçmek istiyorsanız; önce kilonuzu kontrol altına almalısınız. Fiziksel aktivite ve günlük egzersiz hareketlerini hayatınızın birer parçası haline getirin.

  • Bol su tüketin!

    İnsan vücudunun su içeriği yaşa ve cinsiyete göre %42 ile %71 arasında değişir. Çocukların vücudunun su oranı yüksekken, yaş ilerledikçe suyun yerini yağ almaya başlar. Yetişkin insan vücudunun ortalama %59’unu su oluşturmakta. Bir yetişkin günde ortalama 10 bardak su kaybetmekte olduğundan kaybedilen suyun yerine konması gerekir. Günlük tüketilen 8-12 bardak su, sıvı ihtiyacımızı karşılıyor. Sağlığınız ve vücut temizliğiniz için bol bol su tüketin!

  • Karbonhidratı azaltın!

    Sağlık açısından en çok problem yaratan karbonhidratlar, basit şekerlerden ve beyaz undan zengin olanlardır. Bakkal şekeri (sükroz), meyve şekeri (fruktoz), mısır ya da üzüm şekeri (glukoz) ile süt şekeri (laktoz) basit karbonhidratların en tehlikelileridir. Kilo kontrolünüz ve genel sağlığınız için aşırı karbonhidrat içeren sağlıksız besinlerden uzak durun!

  • Günde 1 fincan şekeriz Türk kahvesi için!

    Kafein ağırlıklı besinler, karaciğer yağlanmasına iyi gelmekte ve iltihabı azaltmaya yardımcı olmaktadır. Düzenli kahve tüketenlerde siroz gibi karaciğer rahatsızlıklarının daha az görüldüğü kanıtlanmış bir durumdur; ancak Türkiye’ye özel lezzetlerden birisi olan Türk kahvesinin vücudunuza fayda sağlaması için günde 3 fincanı geçmemeniz gerekiyor.

Yukarıda sözünü ettiğimiz maddeler karaciğer hücreleri içinde yağ damlacıklarının birikmesiyle ortaya çıkan karaciğer yağlanmasını ciddi ölçüde azaltmanıza yardımcı olacak ve daha sağlıklı hissetmenizi sağlayacaktır. Ciddi bir hastalığınız olmasa bile yağlanmadan uzak durmak için kendinize iyi bakmalı, sağlıklı beslenmeli ve yaşamınıza özen göstermelisiniz.

Daha kaliteli, daha mutlu ve daha uzun bir yaşam için sağlığınıza özen gösterin!

 

Diğer Popüler Bültenlerimizi Okumak İçin Tıklayabilirsiniz 

Biruni Mobil Sağlık Hizmetimizden Faydalanmak İçin Tıklayabilirsiniz. 

Periyodik Ateşli Hastalıklar

Periyodik Ateşli Hastalıklar

Ateşli Hastalıklar Temel Panel, yeni nesil dizileme sisteminde MEFV, MVK, TNFRSF1A ve NLRP3 genlerinin tüm kodlayan ekzonik bölgelerinin taranmasını içerir.

Ateşli Hastalıklar Genişletilmiş Panel’de ise ek olarak LPIN2, IL1RN, NLRP12, NOD2 ve PSTPIP1 genleri yer almaktadır. Genişletilmiş Panel ile, klinik olarak periyodik ateş bulgusu bulunan ancak temel panel ile saptanamayan mutasyonların tespiti hedeflenir.

Periyodik Ateş Sendromları (PAS), tekrarlayan ateş atakları ve serozal enflamasyon ile karakterize otoinflamatuar hastalıklar grubudur. Bu gruptaki hastalıklardan bazıları arasında; Ailesel Akdeniz Ateşi (FMF), Tümör Nekroz Faktör Reseptörü İle İlişkili Periyodik Sendrom (tRAPs), Hiper-IgD Sendromu (HıDs), Mevalonik Asidüri (MVA), Kriyopirin İlişkili Periyodik Sendrom (CAPs), Ailesel Soğuk Otoenflamatuar Sendrom (FCAs), Kronik İnfantil Nörolojik Kutanöz Artiküler Sendrom (CıNCA) ve Muckle-Wells Sendromu (MWs) yer alır. Tedavi edilmeyen PAS; malabsorbsiyon, böbrek yetmezliği, infertilite ve büyüme geriliği gibi ciddi komplikasyonlara neden olabilir. Bu nedenle doğru tanı konması kritik öneme sahiptir. Her PAS’nin kendine özgü bulguları da olmasına rağmen; genel olarak hastaların karın, göğüs, deri ve kas-iskelet sistemlerinde enflamatuar semptomlar gözlenir. Atak süresi ve sıklığı, döküntü tipi, santral sinir sistemi tutulumu (örneğin CAPs’de sıklıkla görülür) ve plevral efüzyon (FMFve tRAPs’de sık görülmesine rağmen HıDs veya CAPs’de nadiren rastlanılır) gibi bazı klinik bulgular ayırt etmeye yardımcı olabilir. Bununla birlikte, belirtilerin yoğunluğu ve yerleşimi hastalar arasında değişkenlik gösterdiği için klinikte kesin tanının konması genellikle zordur. Ayrıca, PAS’nin özgün olmayan bazı belirtileri; enfeksiyonlar, akut apandisit, kolesistit ve artrit gibi birçok yaygın hastalığı da taklit edebilir. Bunun sonucunda ise, doğru tanının konması uzun yıllar gecikebilir veya hasta yanlış tanıya hatta gereksiz operasyonlara maruz kalabilir. PAS’nin moleküler genetik analizi sayesinde, erken ve doğru tanı konularak gereken tedavi uygulanabilir ve böylelikle hastaların yaşam kaliteleri arttırılabilir. Çoğunluğu monogenik kalıtsal hastalıklar olan PAS’den sorumlu olduğu bilinen genlerde 900’den fazla varyant rapor edilmiştir. Bunların %93’nün tek nükleotid varyantı olması nedeniyle, yüksek kaliteli Yeni Nesil Dizileme (NGs) analizleri bu hastalık grubu için ideal bir tanı aracıdır. PAS’nin NGS yöntemleri kullanılarak yapılan moleküler genetik analizi, klinik tanıyı desteklemek için uygun ve güvenilir bir yol olarak kabul edilmektedir.

TESTE AİT BİLGİLER

Ateşli Hastalıklar Paneli ile yeni nesil dizileme sisteminde, temel paneldeki 4 gene ait ve genişletilmiş paneldeki 9 gene ait tüm kodlayan ekzonik bölgeler taranarak ortaya çıkan varyasyonların analizi yapılır. Bireyden alınan kan örneği EDTA’lı (mor kapak) tüplerde laboratuvarımıza ulaştırıldıktan sonra genomik DNA izolasyonu yapılır. Ardından PCR teknolojisi ile hedef bölgeler çoğaltılarak numune yeni nesil dizileme sistemine (NGS) hazır hale getirilir. Dizilenen bölge yoğun bir biyoinformatik analiz sürecinden geçirilerek mutasyonlar ortaya çıkarılır ve rapor oluşturulur. Ortalama hizmet süresi 4-6 haftadır.

HASTALIKLAR İLE İLGİLİ GENEL BİLGİLER

FMF;otozomal resesif kalıtım gösterir ve periton, sinovyum veya plevrada tekrarlayan ateş ve inflamasyona eşlik eden ağrılar ile karakterizedir. Ayrıca FMFhastalarında amiloidoz gelişimi de görülür (French FMF Consortium, 1997). Hastalarda ilkFMF epizodunun yaklaşık %90’lık bir oranla çocukluk veya ergenlik döneminde gözlendiği bilinmekle birlikte, yetişkin bireylerde de (20 yaş ve üzeri) ilk epizodun gerçekleştiği görülmüştür (Tamir N, et al. 1999; Sayarlioglu M, et al. 2005). Türk toplumunda FMF taşıyıcılığı %20 olarak belirlenmiştir (Chae JJ, et al. 2003). Bu durum, ülkemizde FMFtaramalarının ciddi bir öneme sahip olduğunu kanıtlamaktadır. Yapılan çalışmalarda,FMFtanısı konulan hastaların %70-80’lik bölümünde MEFV genine ait mutasyonlar saptanmıştır (Aksentijevich et al. 1999). HıDsve MVA; MVKgenindeki homozigot veya birleşik heterozigot mutasyonlar ile tanımlanan bozukluklardır. Mevalonat kinaz eksikliği biyokimyasal bulguları ile HıDs veya MVAşüphesi bulunan vakaların yaklaşık %95’inde MVKgeninde mutasyonlar tespit edilmiştir (Mandey et al. 2006; Bader-Meunier et al. 2010).Her iki hastalıkta da ateş, eklem ağrısı, deri lezyonları, ağız ülseri ve ishal ile karakterize olup vakaların büyük bir kısmında IgD seviyeleri yüksektir (Drenth JP, van der Meer JW 2001). tRAPs; tNFRsF1Agenindeki mutasyonlar ile bağlantılı, otozomal resesif geçişli bir hastalıktır. tRAPsvakalarının %40-50’sinin ailesel olarak, %5’inin ise sporadik olarak tNFRsF1Agenindeki mutasyonlar ile ilişkili olduğu ortaya çıkarılmıştır (Aksetijevich et al. 2001; Dode et al. 2002). Bireylerde yüksek ateş, döküntü, karın ağrısı, eklem-kas ağrıları karakterizedir (Rezaei N, 2006) ve en önemli farklı yanı da orbita çevresinde ödem, kızarıklık ve konjunktivitin eşlik etmesidir. FCAs1, CıNCAve MWs, CAPs’ın alt grupları olarak bilinmektedir. Bu grup hastalıklar, erken bebeklik dönemlerinde başlar ve ortak olarak döküntü, ateş ve ağrı görülür. Hastalığın şiddeti, alt grubuna ve hastaya göre değişkenlik gösterebilir (National Library of Medicine MeSH:D056587, 2017). lRP3genindeki mutasyonlar ise FCAstanısı konulan hastaların yaklaşık %85’inde ve CıNCAtanısı konulan hastaların yaklaşık %60’ında tespit edilmiştir (Aksentijevich et al. 2007; Aksentijevich et al. 2002). Ayrıca MWs sendromunun da genetik olarak NlRP3geni ile ilişkili olduğu gösterilmiştir (Hoffman et al. 2001). lPıN2geni Majeed sendromu, ıl1RNgeni İnterlökin-1 Reseptör Antagonist Bozukluğu (DıRA), NlRP12geni Ailesel Soğuk Otoenflamatuvar Sendrom 2 (FCAs2), NOD2geni Blau sendromu ve PstPıP1geni Piyojenik Artrit, Piyoderma Gangrenozum ve Akne Sendromu (PAPA) ile ilişkilendirilmiştir (De Jesus AA, Goldbach-Mansky R 2013; Jeru et al. 2008).

 

MİKROBİYOTA

İnsan vücudu, çoğunluğunu bakterilerin oluşturduğu mantar, virüs ve diğer tek hücrelileri içeren çeşitli mikroorganizmaları barındırır. Bu mikroorganizmaların tümününe Mikrobiyota diyoruz. Bakteriler ve diğer mikroorganizmalar genellikle hastalık yapıcı etkileriyle bilinmektedir. Ancak, hastalık yapıcı etkisi olmayıp, bizler için yararlı olan bakteriler de vardır. Bizler bu yararlı bakterilerle uyumlu, dengeli bir yaşam sürdürebiliriz. Yeter ki yararlı bakteriler kaybolup yerlerini zararlı, hastalık yapıcı bakterilere terk etmesinler. Mikrobiyota Testi ile sağlıklı mikrobiyotanızı öğrenebilirsiniz.

Vücudumuzu paylaştığımız mikroorganizmaların oluşturduğu topluluğun tümüne Mikrobiyota, bu topluluğun toplam gen yapısı ve etkileştiği çevrenin hepsine birden de Mikrobiyom adı verilir. Birlikte yaşadığımız Mikrobiyota, insan hücrelerinden on kat fazla sayıda mikroorganizma ve insan genomundan yüz elli kat fazla sayıda gen içerir.

İnsan mikrobiyotası deri, üreme organları, solunum ve en çok da bağırsak sisteminde yerleşmiştir. Bağırsaklarımız geniş yüzey alanı ve mikroorganizmalar için zengin besin maddeleri içermesi sebebiyle vücudumuzdaki en yoğun ve en çeşitli mikroorganizma topluluğunu barındırmaktadır. Sağlıklı bireylerde çok sayı ve çeşitte mikroorganizma içeren mikrobiyota, doğumdan hemen sonra doğal yollardan yerleşerek oluşmaya başlar. Beslenme, genetik yapı, yaş ve yaşanılan coğrafik bölgeye göre değişiklik gösterir.

Bağırsak mikrobiyotası fizyolojik, metabolik ve bağışıklık sistemimiz üzerinde oldukça karmaşık ve aktif görevler üstlenmektedir. Bağırsak bakterileri tarafından gerçekleştirilen birçok kimyasal reaksiyon önemli rol oynar. Bu sayede insanın kendi başına sindiremediği bileşikler bakteriler tarafından sindirilir.

Bu durum bizlerin daha geniş yelpazedeki gıdalardan faydalanmamıza olanak sağlamaktadır. Bağırsak mikrobiyotası bağışıklık sisteminin oluşması, gelişmesi için de önemlidir. Gelişen bağışıklık sistemi yararlı ve zararlı bakterileri birbirinden ayırt etmeyi öğrenir. Yararlı bakterilere tolerans gösterirken hastalık oluşturanlara karşı savunma yanıtı verir. Bağırsak bakteri florasının ideal yapısı sağlıklı yaşamın ana unsurlarındandır. Bağırsak mikrobiyotasının uyku düzenini, ruh halini ve diğer bazı davranışları etkileyebileceği yönünde göstergeler mevcuttur. Yukarıda sayılan nedenlerle bağırsak mikrobiyotası günümüzde yeni bir ‘metabolik organ’ olarak tanımlanmaktadır.

 

 

Yararlı Bağırsak Bakterileri

  • Ortamı asitli hale getirerek, hastalık yapıcı zararlı bakterilerin çoğalmasına, bağırsak mukozasında enflamasyon oluşumuna, bağırsaklardan kana toksik ürünlerin geçmesine ve böylelikle hastalıkların oluşumuna engel olurlar.
  • Ürettikleri enzimleri aracılığı ile sindirilemeyen karbonhidratların parçalanıp emilmelerine yardımcı olurlar. Fermente olan karbonhidratlar kısa zincirli yağ asitlerine dönüşürler. Bunlar da enerji kaynağı olarak kullanılır. Kalsiyum, magnezyum ve demir emilimi artar. Bağırsak hareketlerinin uygun gerçekleşmesi sağlanmış olur.
  • B1, B2, B6, B12 ve K vitaminlerinin üretim ve emilimine katkıda bulunurlar.
  • Bağırsak mukozası yakınında yer alan lenf dokularını uyararak bağışıklık sisteminin erken gelişiminde ve hayat boyu işleyişinde rol oynarlar. Bağışıklık sisteminin yalnızca hastalık yapan mikroorganizmalara cevap vermesini sağlarlar.

 

Bağırsak Mikrobiyotası Değişir Mi?

Bakteriler bebek doğar doğmaz sindirim sistemine yerleşir. İlk yerleşen bakteriler bağışıklık sistemi tarafından tanınır. Dolayısıyla ilk yerleşen bakteriler, kişinin hayatı boyunca var olacak bağırsak bakteri florasının içeriğini belirler. Bebeklerde doğum şekli, beslenme şekli, genetik faktörler mikrobiyatayı etkiler. Kronik sindirim sistemi hastalıkları, infeksiyonlar ve antibiyotik kullanımı sonrası bağırsak mikrobiyota içeriği değişir. Bağırsaktaki sağlıklı, yararlı mikroorganizma dengesinin zararlı mikroorganizmalar lehine değişmesi, ideal dengenin bozulması çok sayıda akut ve kronik hastalıkla ilişkilendirilmiştir. Bu nedenle dışkıda mikrobiyota analizi yapılarak kişinin mevcut durumunun belirlenmesi önemlidir.

 

Bozulmuş Bağırsak Mikrobiyotası İle İlişkilendirilen Hastalıklar

Diyabet, Obezite, Metabolik sendrom

Alerjik hastalıklar (Rinit,Astım,Atopik egzema)

Fonksiyonel bağırsak hastalıkları (irritabl bağırsak sendromu, infantil kolik)

Enflamatuar bağırsak hastalığı, Nekrotizan kolit

Otizm, Depresyon, Anksiyete bozukluğu

Romatoid artrit, Alkolik olmayan karaciğer hastalığı

Kolon kanseri

 

Bağırsak Mikrobiyota İçeriği Nasıl Saptanır?

Her insanın farklı genetik yapısı olduğu gibi, farklı mikrobiyotası olabilir. Bakterilerin karakteristik özellikleri genlerinde kodlanmıştır. Bu sayede gelişmiş moleküler genetik analizler kullanılarak, bağırsak mikrobiyotasını oluşturan bakterilerin tanımlanması mümkün olabilmektedir. Dışkı örneğinde, yeni geliştirilmiş DNA sekanslama yöntemiyle bakteri genleri saptanarak bağırsak mikrobiyotası hakkın­da bilgi sahibi olmak mümkündür. Bu test için dışkı örneğinin, laboratuvarımızdan sağladığınız steril kap içerisine alınması ve hızlı bir şekilde laboratuvarımıza ulaştırılması gerekmektedir.

 

Bağırsak Mikrobiyota İçeriğinin Bilinmesinin Sağlığımıza Katkısı

Sağlıklı ve uzun yaşamın anahtarı sağlıklı bir bağırsak yapısıdır. O nedenle kişisel bağırsak mikrobiyota içeriğinin bilinmesinde sayısız yarar vardır. Bağırsakta hastalık oluşturabilen, zararlı mikroorganiz­maların daha yoğun olmaları durumunda mikrobiyotanın dengesi bozulmakta ve disbiyozis dediğimiz durum ortaya çıkmaktadır. Disbiyotik bir çevrede yabancı bakterilerin etkisi sonrası kontrolsüz bir iltihap süreci başlar. Bu da bir çok hastalığın gelişmesine zemin oluştu­rabilmektedir. Böyle bir durumda kişiye özel tavsiye ve tedavi yaklaşımları mümkün olmakta, artmış ya da azalmış bakterilerin varlığına göre diyet düzenlenmesi, uygun probiyotik (Bağırsak için yararlı, insan bünyesine dost bakteri hücreleri. Bunlar çeşitli gıdaların içersinde bulunabilir veya takviye preparatlar şeklinde verilir.) ve prebiyotikler (Yararlı, dost bakterileri beslemek gelişimlerini sağlamak amacıyla alınan özel besinler)’in kullanımı gibi çözümler önerilebilmektedir.

 

Gribal Enfeksiyon

Gribal Enfeksiyon Etkenleri

Gribal enfeksiyon, hafif veya şiddetli boyutlarda seyreden ve ender olarak da ölümle sonuçlanabilen bir hastalıktır. Grip / İnfluenza virüslerinin sebep olduğu burun, boğaz ve akciğerleri tutan üst solunum yolları enfeksiyonudur. İnfluenza virüslerinin A, B ve C olmak üzere üç değişik tipi vardır. En sık rastlanılan etken İnfluenza A virüsüdür.

Domuz Gribi

İlk kez 2009 yılında, Meksika’da bir domuz çiftliğinde ortaya çıkarak tüm dünyaya hızla yayılan İnfluenza A: HİNİ tipi virüsüdür. İnsandan insana bulaşma hızla olmaktadır. Daha sonraki yıllarda mevsimsel grip etkeni virüsler grubuna dahil olmuştur.

Grip Nasıl Bulaşır?

Grip virüsü taşıyan kişilerin öksürük, hapşırık veya konuşmaları sırasında etrafa saçtıkları damlacıklarla hastalığın yayıldığı bilinmektedir. Virüsün bulaştığı yüzeylerle temas edilmesi de virüsün kişilere bulaşmasına neden olmaktadır. Virüs bulaştığı yüzeylerde 2-8 saat boyunca canlılığını koruyabilmektedir.

Gribal Enfeksiyon Kuluçka Süresi

Hastalık başlangıcında veya kişinin henüz hasta olduğunu fark etmediği süreçte virüsün bulaştırılması mümkündür. Belirtiler ortaya çıkmadan 1 gün öncesinde ve hastalandıktan sonraki 5-7 gün süresince bulaştırma riski devam eder. Özellikle çocukların ve bağışıklık sistemi zayıflamış olan kişilerin hastalığı bulaştırma süreleri daha uzun sürebilir.

Gribal Enfeksiyon

 

Gribal Enfeksiyon Belirtileri

Grip virüsleri ile enfekte olan kişilerde aşağıdaki belirtilerin bir kısmı veya hepsi birden görülebilir. Ateş, üşüme ve titreme,
Öksürük,
Boğaz ağrısı,
Burun akıntısı veya tıkanıklığı,
Kas ve eklem ağrıları,
Baş ağrısı,
Yorgunluk, bitkinlik hali,
Çocuklarda daha yaygın görülmek üzere kusma ve ishal.

Grip Tanısı

Gribal enfeksiyonlar çoğunlukla soğuk geçen kış aylarında görülmekle birlikte mevsim dışı zamanlarda da görülebilir. Gribal enfeksiyonları sadece belirtilerine bakarak diğer solunum yolları enfeksiyonlarından ayırt etmek pek kolay olmayabilir. Grip tanısı için laboratuvar testleri yapılır.

Burun veya boğaz salgısı örnekleri kullanılarak kısa sürede, hızlı sonuç alınan testler yapılmaktadır. Grip salgını dönemlerinde hızlı testlerin pozitif sonuç vermesi tanıyı çabuklaştırmaktadır. Ancak kesin tanıya varmak için daha hassas test yöntemleri de uygulanmaktadır.

Grip tanısında yukarıda sözü edilen testler için kan örneği gerekmemektedir.

Gribal Enfeksiyon Komplikasyonları

Kulak enfeksiyonu, sinüs enfeksiyonu, Vücudun su kaybı, Astım, diyabet, kalp yetmezliği gibi kronik hastalıkların daha ağır seyretmesi, Bakteriyel Zatürre (Pnömoni), Virüsün tipine ve kişin bağışıklık durumuna göre alt solunum yollarına yayılarak Zatürre’ye neden olabilir.

Kimler Yüksek Risk Altındadır?

Gribe bağlı ciddi sağlık komplikasyonları her yaştaki kişilerde ortaya çıkabilir,
65 yaş üstü kişiler,
Astım, diyabet veya kalp hastalığı gibi kronik hastalıkları olan kişiler,
Hamile kadınlar ve çocuklar.

Gribal Enfeksiyon

 

Gripten Korunma Yöntemleri – Aşı

Birincil ve en önemli korunma yöntemi her yıl grip aşısı olmaktır. Günlük yaşamda diğer korunma yöntemleri ise hasta kişilerle yakın temasta olmamak, öksüren ve hapşıran kişilerden uzak durmak ve sık sık ellerin yıkanması.

Gribal enfeksiyon, hafif veya şiddetli boyutlarda seyreden ve ender olarak da ölümle sonuçlanabilen bir hastalıktır.

Aşı Yapılmasında Sakınca Olan Kişiler

  • Ciddi yumurta alerjisi olanlar,
  • 6 aydan küçük bebekler,
  • 38 C° üzerinde ateşli enfeksiyon hastalığı olanlar,
  • Daha önce yapılan grip aşısına şiddetli alerjik reaksiyon verenler.

Gribal Enfeksiyon Tedavisi

Antiviral ilaçlar şikayetler başladıktan sonraki ilk 24-48 saat içerisinde kullanılmaya başlandığında etkili olabilmektedir, ilaç tedavisinin yanı sıra yatak istirahati, bol sıvı alınması ve hastanın odasının havalandırılması önemlidir. Antibiyotikler influenza virüslerine karşı etkili değildirler.

Gribal Enfeksiyon

 

Diğer Popüler Bültenlerimizi Okumak İçin Tıklayabilirsiniz 

Biruni Mobil Sağlık Hizmetimizden Faydalanmak İçin Tıklayabilirsiniz. 

CHLAMYDIA TRACHOMATIS

Yazı Boyutunu Değiştirebilirsiniz

Klamidyalar hücre içi yerleşimli, gram negatif, prokaryotik mikroorganizmalardır. İnsan da dahil olmak üzere bir çok memeli ve kuş türünde hastalık oluşturabilirler. İnsanda hastalık oluşturan 3 türü vardır: Chlamydia trachomatis, Chlamydia pneumoniae ve Chlamydia psittaci. Klamidya türleri arasında C. trachomatis, yol açtığı trahom ve cinsel yolla bulaşan hastalıklar nedeni ile en çok çalışılan ve rastlanan türdür. C. pneumoniae ise özellikle solunum yolu enfeksiyonlarından sorumludur. C. psittaci ise sıklıkla pnömoni şeklinde karşımıza çıkan sistemik bir hastalıktan (Psittakosis) sorumludur ve kuşlarla olan ilişkisi yaklaşık yüz yıldır bilinmektedir.

 

Chlamydia Trachomatis İnfeksiyonları

Chlamydia trachomatis’in genital sistem enfeksiyonlarındaki rolü 20. yüzyıl başlarında ortaya çıkmıştır. Bu dönemin başlarında yenidoğanların konjunktiva sürüntülerinin incelenmesi sonucunda intrasitoplazmik inklüzyonların fark edilmesi, aynı inklüzyonlara enfekte çocukların annelerinden alınan servikal ve babalarından alınan üretral sürüntü örneklerinde de rastlanması, farklı bir etkenin varlığını düşündürmüş ve bu yöndeki çalışmalar hızlandırılmıştır.

Günümüze kadar yapılan çalışmaların sonucunda, klamidyaların oluşturdukları hastalıkların patogenezinden sorumlu tutulabilecek toksin ya da herhangi bir virülans faktörü tanımlanamamıştır. Klamidya enfeksiyonlarının belirgin özelliği, konakta çoğu kez persistan enfeksiyonlara yol açmasıdır. Klamidyalar doğal konaklarında daha çok subklinik enfeksiyonlara yol açmaktadırlar. Enfekte konakta, klamidyaların çeşitli antijenlerine karşı antikorlar meydana gelir. Ancak bu antikorların tekrarlayıcı
enfeksiyonlara karşı koruyucu özellikleri çok az ve kısa sürelidir; etken, yüksek antikor titrelerine karşın varlığını sürdürebilmektedir.

Trahomun patogenezinde çoklu veya persistan enfeksiyonların rolü olduğu bilinmektedir. Ayrıca genital sitem infeksiyonu olan cinsel yönden aktif kişilerde tekrarlayan enfeksiyonlar çok sık görülmektedir. Dünyada önlenebilir körlüğün başta gelen nedeni olan trahom körlüğe neden olan tüm hastalıkların altıda birini meydana getirmektedir.

Epidemiyoloji

C. trachomatis’in L1, L2 ve L3 serotipleri ile oluşan lenfogranüloma venerum (LGV) tüm dünyada sporadik olarak ve özellikle de hijyenik koşulların yetersiz olduğu ülkelerde sıkca görülen bir genital enfeksiyondur. C. trachomatis’in non-LGV serotipleri ile oluşan enfeksiyonlar cinsel yönden aktif erkeklerde cinsel yolla bulaşan bakteriyel hastalıklar arasında birinci sırayı almaktadır. Eşler arasında yapılan çalışmalarda iki cinsin birbirine bulaştırma oranının hemen hemen aynı olduğu gösterilmiştir. Gonokoksik
enfeksiyonların aksine, klamidyal enfeksiyonlar prevalan hastalıklardır. N. gonorrhoeae ile enfekte olan kişilerin çoğu semptomatik olduğundan hemen tedavi olabilmekte, buna karşın C. trachomatis enfeksiyonlarının çoğunluğu belirtisiz seyretmekte ve taramalar sırasında saptanmaktadır. Cinsel yönden aktif erkeklerin % 0-11’inde, kadınların ancak % 0-26’sında görülmektedir. Yapılan çalışmalarda, erkeklerde NGÜ’lerin (Non-gonokoksit üretrit) % 20-60’ından, gonokoksik üretritlerde ise gonokokla birlikte %30-60’ından sorumlu tutulmaktadır. Kadın ve erkeklerde gonore ile birlikte bulunma olasılığı yüksektir.

GENİTAL ENFEKSİYONLAR

Lenfogranüloma venereum (LGV)

C. trachomatis tarafından oluşturulan, lenf bezleri ve anogenital bölgede inflamasyon ile karekterize olan cinsel yolla bulaşan bir hastalıktır. LGV 3-30 günlük bir kuluçka döneminin ardından üç dönemli bir seyir gösterir.

1. dönem: Etkenin vücuda giriş yerinde ufak bir papül ortaya çıkar. Sonra vezikül ve derin olmayan bir ülserasyon oluşur. Bu lezyona şankr denir. Ağrısız olması ve nedbeleşmeden kısa sürede iyileşmesi nedeni ile çoğu kez gözden kaçar. Erkeklerde glans penis, prepisyum veya üretra ağzında, kadınlarda ise vulva-vagina mukozası ve servikste yerleşim gösterir.

2. dönem: Primer lezyondan günler, hatta haftalar sonra başlar. Başlıca klinik özellikler lenfadenopati ve ve sistemik belirtilerin olmasıdır. Genellikle inguinal lenf bezleri büyür ve olguların %60’ında dışarıya fistülize olur (bubo oluşumu). Yerel belirtilerin yanı sıra ateş, bulantı, kusma, başağrısı ve miyalji gibi sistemik belirtiler de gözlenir. Tedavi görmeyen olguların bir kısmında nüksler görülebilir.

3. dönem: Lenf yollarında yıllarca süren kronik inflamasyon ve lenf stazına bağlı olarak çeşitli anorektal ve genital malformasyonlar ile darlık ve sekellerin geliştiği dönemdir. Günümüzde uygun antibiyotik tedavileri uygulanması ile bu aşamaya gelen olgular çok enderdir.

Erkeklerde görülen enfeksiyonlar

Erkeklerde C. trachomatis’e bağlı olarak gelişen genital enfeksiyonlar nongonokoksik ve postgonokoksik üretrit (NGÜ, PGÜ), epididimit, prostatit, proktit ve reaktif artrit olarak sıralanabilir.

Erkeklerde asemptomatik infeksiyonlar sık görülmekle birlikte, semptomatik NGÜ’lerin % 30- 50’sinden, PGÜ’lerin ise daha büyük bir bölümünden C. trachomatis sorumludur. Ayrıca gonokoksik üretriti olan erkeklerin %20 kadarından da C. trachomatis izole edilmektedir. Her iki etkenle enfekte olan erkeklerde, genellikle gonore tek doz tedavi rejimleri ile tedavi edilmekte, ancak bunlarda daha sonra postgonokoksik üretrit gelişmektedir. Semptomatik klamidyal üretritte kuluçka süresi 7-14 gün arasındadır.
Hastalarda çoğu kez beyaz veya gri renkte, bazen tamamen renksiz bir üretral akıntı ve dizüri görülen başlıca yakınmalardır. Bunlara ek olarak, idrarını tutamama, kaşıntı ve ağrılı cinsel ilişki de görülebilir. Bu belirtiler tıbbi destek gerektirmeyecek kadar hafif olabilir. Tedavi görmeyen olgularda belirtiler 1-3 ay içinde kendiliğinden geçerse de, bu kişilerin ne kadar süre ile bulaştırıcı kaldıkları bilinmemektedir.

PGÜ, akut gonore tedavisinden bir süre sonra yineleyen benzer belirtilerle kendini gösterir. Klamidyal üretritin erkeklerdeki birincil komplikasyonları epididimit, Reiter sendromunu da içine alan reaktif artrit ve cinsel ilişki yoluyla partnere bulaşırlar.

C. trachomatis 35 yaş altındaki erkeklerde epididimitin önde gelen nedenidir. Klamidyalara bağlı epididimit genellikle tek taraflıdır ve skrotal ağrı, duyarlılık, şişme ve ateş yüksekliği ile karakterizedir. Hastalığın akut döneminde oligospermi olabilirse de bu durumun infertiliteye yol açıp açmadığı kesinlik kazanmamıştır.

Bebek ve erişkinlerde C. trachomatis’in asemptomatik rektal taşıyıcılığı görülebilirse de, özellikle homoseksüel erkeklerde proktit ve proktokolitlere yol açması sık karşılaşılan bir durumdur.

Kadınlarda görülen enfeksiyonlar

Kadınlarda C. trachomatis’in yol açtığı genital infeksiyonlar yalnızca sıklıkları açısından değil, aynı zamanda hastalığın sonuçları açısından da önem taşımaktadır. İnfeksiyon için risk faktörleri toplumlara göre değişmekle birlikte, gonokoksik veya nongonokoksik üretriti olan bir erkeğin eşi olmak bu faktörlerin başında gelmektedir. Ayrıca genç yaş, çok eşlilik, erken yaşta cinsel yaşama başlanması, düşük sosyoekonomik düzey ve oral kontraseptif kullanımı da önemli risk faktörleri olarak karşımıza çıkmaktadır.

Endoservikal infeksiyonu olan kadınların %70 kadarı ya asemptomatiktir ya da vajinal akıntı, kanama, abdominal ağrı ve dizüri gibi yakınmalarla kliniğe başvururlar. C. trachomatis erişkin kadınlarda servikal kolumnar epitel hücreleri enfekte eder. Vajinit ancak puberte öncesi kızlarda görülebilir. Akut üretral sendrom ise dizüri, sık idrara gitme gibi belirtilerin yanı sıra piyüri ile kendini gösterir. C. trachomatis ayrıca bartoliniti olan kadınların Bartolin bezlerinden de izole edilebilir.

Endoservikal C. trachomatis infeksiyonu olan ve tedavi edilmeyen kadınların %40 kadarında infeksiyon üst genital yollara yayılarak önce endometrit, daha sonra da pelvik inflamatuvar hastalığa (PİH) yol açar. Akut ya da subklinik PİH’ın uzun dönem komplikasyonları tubal infertilite, ektopik gebelik ve kronik pelvik ağrılardır. Tubalarda hasara bağlı olarak infertil hale gelmiş kadınların pek çoğu geçirilmiş bir klamidyal infeksiyondan ya da PİH’dan habersizdir.

Gebe kadınlardaki yineleyen spontan abortuslar ile geçirilmiş ya da persistan klamidyal infeksiyonlar arasında bir ilişki olabileceği düşünülmektedir. Ayrıca infeksiyonlar prematürite ve erken membran rüptürü ile de ilişkili bulunmuştur. Gebelik sırasında klamidyal infeksiyonların tedavilerinin hem gebeliğin sonuçları üzerine olumlu etki yapacağı hem de yenidoğan infeksiyonlarının gelişimini önleyeceği ileri sürülmektedir.

Göz infeksiyonları

Trahom

Trahom, kronik foliküler bir keratokonjunktivit şeklinde başlayan, papiller hipertrofi ve inflamasyonla karakterize bir hastalıktır. Hastalığın endemik olarak bulunduğu bölgelerde, primer infeksiyon genellikle yaşamın ilk yıllarında 3-10 günlük bir kuluçka döneminden sonra ortaya çıkar. İlk enfeksiyon genelde spontan olarak iyileşirse de, sıklıkla tekrarlayan enfeksiyonlar şeklinde komplikasyonlar görülür ve bakteriyel süperenfeksiyonlar meydana gelir. Yıllar içinde körlük gelişebilir. Hastalığın seyri sırasında
sistemik bir belirti ya da bulgu gözlenmez.

Erişkin konjunktiviti

Erişkin bir kişide C. trachomatis’e bağlı bir inklüzyon konjuktivitinin gelişebilmesi için, kişinin, kendinin ya da eşinin genital bölgesinde bu etkeni taşıyor olması gerekmektedir. Hastalık genital bölgelerinde klamidya taşıyan bu tür kişilerin kendi kendilerini enfekte etmeleri ya da genital salgıların bulaşmış olduğu maddelerle temas etmeleri sonucunda ortaya çıkar. İnklüzyon konjunktiviti (yüzme havuzu konjunktuviti) alt göz kapağını tutan irinli ve sıklıkla keratitle birlikte olan foliküler bir konjuktivittir. Hastalık bazen aylarca sürmekle birlikte genellikle spontan olarak iyileşir.

Yenidoğan konjunktiviti

Ürogenital sistemlerinde C. trachomatis bulunan annelerden doğan bebeklerin önemli bir bölümünde doğumdan sonraki ilk birkaç hafta içinde belirti veren bir inklüzyon konjunktiviti gelişir. Enfekte olan bebeklerde etken önce konjuktivada, daha sonra da nazofarenkste saptanmaktadır.

Yenidoğanın solunum yolu infeksiyonları

C. trachomatis ile enfekte annelerden doğan bebeklerin %11-20’sinde pnömoni gelişmektedir. Enfekte olan bebeklerde belirtiler doğumdan sonraki ilk birkaç hafta içinde başlar. Klamidyal pnömoni tedavisiz bırakıldığında klinik tablo haftalarca, hatta aylarca uzayabilir. Tanı çoğu kez klinik olarak konur ve bebekler ayaktan tedavi görürler. Erken tanı ve tedavi uzun dönem sekellerinin önlenmesi yönünden son derece önemlidir.

Laboratuvar Tanı

C. trachomatis ile oluşan infeksiyonlar içinde sadece trahom uygun epidemiyolojik veriler doğrultusunda klinik olarak tanınabilir. Bunun dışında kalan klamidyal infeksiyonların tanısında laboratuvar yöntemlerine gerek vardır.

ELISA (Enzyme Linked Immunosorbent Assay), PCR (Polymerase Chain Reaction) ve DFA (Direct Immunofluorescent Antibody Test) testlerinin duyarlılığı için sürüntü örneğinin alındığı eküvyonun özelliği, alım tekniği, taşıma ve saklama koşulları son derece önemlidir. Genel bir kural olarak tahta saplı eküvyonlar kullanılmamalıdır. Pamuk ve dakron içeren eküvyonlar tercih edilmelidir. Örneğin taze olması da önemlidir. Örnekler alındıktan sonra 24 saat buzdolabında saklanabilir,daha uzun süre saklanması gerektiğinde -70 oC’de saklanmalıdır.

Sitolojik inceleme, kültür ya da antijen tespit yöntemleri için elde edilen epitelyal hücre örnekleri kazıma yöntemi ile alınmalıdır. Pürülan akıntılar epitel hücre içermediğinden uygun değildir ve örnek alınmadan önce ortamdan uzaklaştırılmalıdır.

Sürüntü örneklerinin alınması için uygun bölgeler

Trahom ve inklüzyon konjunktiviti için konjunktiva, erkekte anterior üretra (üretra içinde birkaç cm ilerlenir) kadında endoservikal kanal ya da üretradan alınır. C. trachomatis endoservikal skuama kolumnar epiteli infekte ettiği için transizyonel zon ya da serviks girişinden alınmalıdır. Vaginal eküvyonlar NAA (Nükleik Asit Amplifikasyonu) için uygun değildir. Puberte öncesi transizyonel zonun vajina bölgesinde bulunduğu unutulmamalıdır. Salpenjit olan kadınlarda örnekler fallop tüpünden ince iğne aspirasyonu ile toplanır. Endometrial örneklerde de klamidya tespit edilebilir. Rektal mukoza, nazofarenk ve boğazdan da eküvyon ile örnek alınabilir. Pnömonisi olan çocuklarda posterior nazofarenks veya boğazdan eküvyonla sürüntü örneği alınabilir; ancak entübasyon ile toplanan nazofarengeal veya trakeobronşial aspirasyon örnekleri daha uygundur. LGV için bubo akıntısı, rektal ya da üretral eküvyonla alınan sürüntü veya biyopsi örnekleri tercih edilir.

İlk idrar, erkek ve kadınlarda genitoüriner sistem enfeksiyon tanısı için en uygun olan örnektir. İlk idrar, idrarın ilk 10-30 mL’lik kısmı olmalıdır. İdeal idrar örneği sabah ilk idrarı veya son miksiyondan 2-6 saat sonra elde edilen idrardır.

Akut C. trachomatis enfeksiyonlarının tanısı için serum örnekleri tercih edilmez. Mukoz membran enfeksiyonlarına karşı immün cevap kısa süreli olup, genellikle geçirilmiş enfeksiyonlara bağlı olduğundan iki endikasyon dışında serolojik tayin anlamlı değildir. Bu iki endikasyondan biri klamidyal neonatal pnömoniyi (yüksek IgM) ve klamidyal tubal faktör infertiliteyi (yüksek IgG) içermektedir. Pıhtılı örnekler kabul edilmez.

Prospektif semen donörleri NAA testi için ilk idrar örneği için bağışta bulunabilirler. Dondurularak saklanan semen örneklerinde önceden onayı alınan NAA testinin çalışılması gerekir.

Sitolojik inceleme

Yenidoğan konjunktiviti ve trahomda, konjunktivadan alınan hücre kazıntı örneklerinden yapılan ve Giemsa ile boyanan preparatlarda tipik intrasitoplazmik inklüzyonların görülmesi ile tanı konabilir. Günümüzde bu yöntem, yorumun zor olması, duyarlılık ve özgüllüğünün de düşük olması gibi nedenlere bağlı olarak son derece sınırlı kullanılmaktadır.

Hücre kültürü

C. trachomatis enfeksiyonlarının tanısında kullanılan en güvenilir ve duyarlılığı en yüksek olan testtir. Hücre kültürünün duyarlılık ve özgüllüğü teorik olarak %100 olmakla birlikte, yöntemin uygulanmasında uyulması gereken kurallar yerine getirilmediğinde bu oran %50’lere kadar düşebilmektedir. Kültür canlı organizma varlığını doğrulayan tek yöntemdir. Antijenler, nükleik asitler veya antikorlar canlı enfeksiyöz partiküllerin yokluğunda da bulunabilir. Kültür rutinde yapılmamakla birlikte, araştırma laboratuvarlarında yapılmaktadır.

Antijen tayini

Örneklerde klamidyal antijenlerin tayini için ticari EIA (Enzyme Immunoassay) kitleri mevcuttur. Bunlar monoklonal veya poliklonal antikorları kullanarak klamidyal lipopolisakkaridleri (LPS) tayin ederler. Çoğu EIA testinde birkaç saat içerisinde sonuç alınır ve tek bir defada alınan örnek miktarı bu test için uygundur. Duyarlılık NAA ile karşılaştırıldığında %65-75 arasında değişir. Doğrulama yapılmaksızın testin özgüllüğü %97’dir. Doğrulama testlerin ilavesiyle bu oran yaklaşık %99.5’a çıkar. Diğer bir yöntem ise DFA (Direct Fluorescent Antibody) testidir. Bu testin prensibi majör dış membran proteininin (MOMP) tayini olup, LPS’e dayalı EIA’i doğrulayıcı bir testir. Monoklonal antikorların kullanıldığı bu test sayesinde smear örneklerinde elementer cisimler saptanır. DFA testi, kültür ile karşılaştırıldığında %75-85 duyarlılığa ve %98-99 özgüllüğe, NAA ile kıyaslandığında ise %70 duyarlılığa sahiptir. LPS’ye karşı monoklonal antikorlar tüm klamidyaları boyadığından LPS’nin klamidyal partikül üzerinde düzensiz dağılımı örneklerin okunmasını zorlaştıracaktır. C. trachomatis’e karşı anti-MOMP monoklonal antikorları türe spesifik olduklarından kullanılmaktadır. MOMP klamidyal partiküller üzerinde daha düzenli dağıldığından floresan kalitesi daha iyidir. Bu yöntemle 30 dakikada hızlı bir şekilde sonuç alınır. Deneyimli laboratuvar personeli gerektirmesi ve otomasyonu olmaması nedeni ile çok örnek çalışılan laboratuvarlarda DFA çalışılması uygun değildir.

Bazı hasta başı EIA kitleri geliştirilmiştir. 30 dakikada sonuç verildiğinden enfekte olguların hızlı tedavisini sağlar. NAA ile kıyaslandığında duyarlılığı %65-75, özgüllüğü ise %100’ün altındadır. Test maliyetinin düşürülmesi performansının iyileştirilmesi sağlandığında rutinde kullanılabilir.

Nükleik asit amplifikasyonu (NAA)

Örnek alımının farklılığı ve örneklerdeki çeşitli faktörlere bağlı olarak amplifikasyon reaksiyonlarının inhibisyonu nedeniyle yöntemin gerçek duyarlılığı düşüktür (%90- 96). Bu amplifikasyon yöntemlerinin klinik değerlendirilmesi sonucunda hücre kültürü ve diğer kültür dışı yöntemlere göre (mikroskop, immün yöntem ) daha duyarlı oldukları gösterilmiştir. Rutin klinik laboratuvarlarda NAA yöntemleri C. trachomatis enfeksiyonlarının tanısında seçilecek testlerin başında yer almaktadır.

Seroloji

Yenidoğan enfeksiyonları (yüksek IgM), tubal faktör infertilitesi olan olgular (yüksek IgG) ve bazen de bubo aspiratı yeterli olmayan LGV enfeksiyonları dışında klamidyal enfeksiyonların tanısı için seroloji önerilmemektedir. Serolojik testlerle elde edilen pozitiflikler genelikle geçirilmiş enfeksiyonun varlığını gösterir ama akut infeksiyon tanısında yarar sağlamaz. Ancak infeksiyonun başlangıcında ve 3-4 hafta sonra alınan serum örneklerinde antikor titreleri arasında 4 kat artışın olduğu saptanırsa aktif enfeksiyon tanısı konabilir. Erişkinlerin non-LGV suşlar ile oluşan genital sistem enfeksiyonlarında IgM ve IgG antikorlarının aktif infeksiyon tanısında değeri bulunmamaktadır.

C H L A M I D I A  T R A C H O M A T I S  İ N F E K S İ Y O N L A R I

Yüksek düzeylerde IgM antikoru genellikle hastalık ile ilişkilidir. Bebeklerde anneden gelen IgG düzeylerinin yüksek olması nedeniyle tanıda IgG antikorlarının faydası sınırlıdır. Maternal antiklamidyal antikorların kaybolması için 6-9 ay gerektiğinden, 9 aydan büyük bebeklerde IgG bakılabilir. İnklüzyon konjunktiviti olan veya pnömoni olmaksızın solunum yolunda klamidya taşıyan bebeklerde genellikle çok düşük düzeylerde IgM antikorlarına rastlanılır. Bu olgularda tek başına 32 veya daha yüksek IgM titresini görmek klamidyal pnömoni tanısını destekleyebilir. İnklüzyon immünofloresan testi, EIA, ELISA, indirekt hemaglütinasyon, nötralizasyon, presipitasyon, jel difüzyon, enzim-bağlı floresan, immünoperoksidaz ve immünoelektroforez diğer tanı yöntemleri arasında yer almaktadır.

 

Kaynaklar

1. Topçu AW, Söyletir G, Doğanay M. Klamidya infeksiyonları. İnfeksiyon hastalıkları ve Mikrobiyolojisi 2002:1411-1425

2. Chernesky MA. The laboratory diagnosis of C. trachomatis infections. Can J Infect Dis Med Microbiol, 2005; 16(1):39-44

3. Jones RB, Batteiger BE. C. trachomatis in Mandell, Douglas and Bennet’s Principles and Practices of Infectious Diseases, 2000:1989-2004

4. Ustaçelebi Ş. Klamidyaların moleküler ve biyolojik özellikleri. 1. Ulusal Chlamidia infeksiyonları simpozyumu bildirileri. Türk Mikrobiyoloji Cemiyeti yayını No:23, İstanbul, 1995:2-9.

5. Serter D. C. trachomatis infeksiyonlarında klinik belirtiler. Cinsel temasla bulaşan hastalıklar (Eds: Ağaçfidan A, Anğ Ö), Türk Mikrobiyoloji Cemiyeti yayını No:35, İstanbul, 1999:117-124.

6. Ryan GM, Abdella TN, Mc Nelly Sg et al. C. trachomatis infection in pregnancy and effect of treatment on outcome. Am J Obstet Gynecol. 1990;162:34-39

7. Stary A. Diagnosis of genital C. trachomatis infections. Proceedings of the fourth meeting of the European society for Chlamydia research. (Ed: saikku P) Helsinki-Finland, August 20-23,2000:69-72

8. Sellors JW, Walter SD, Howar M. A new visual indicator of chlamydia cervicitis. Sex Transm Inf 2000; 76:46-48

9. Wisniewski CA, White JA, Michel CEC et al. Optimal method of collection of first void urine for diagnosis of C. trachomatis infection in men. J of Clin Microbiol. 2008:1466-1469

10. Kropp RY, Carmino CL, Steben M et al. What’s new in management of sexually transmitted infections? Canadian Guidelines on sexually transmitted infections, 2006 editions 53, 2007;1739-1741