Yazı Boyutunu Değiştirebilirsiniz
Klamidyalar hücre içi yerleşimli, gram negatif, prokaryotik mikroorganizmalardır. İnsan da dahil olmak üzere bir çok memeli ve kuş türünde hastalık oluşturabilirler. İnsanda hastalık oluşturan 3 türü vardır: Chlamydia trachomatis, Chlamydia pneumoniae ve Chlamydia psittaci. Klamidya türleri arasında C. trachomatis, yol açtığı trahom ve cinsel yolla bulaşan hastalıklar nedeni ile en çok çalışılan ve rastlanan türdür. C. pneumoniae ise özellikle solunum yolu enfeksiyonlarından sorumludur. C. psittaci ise sıklıkla pnömoni şeklinde karşımıza çıkan sistemik bir hastalıktan (Psittakosis) sorumludur ve kuşlarla olan ilişkisi yaklaşık yüz yıldır bilinmektedir.
Chlamydia Trachomatis İnfeksiyonları
Chlamydia trachomatis’in genital sistem enfeksiyonlarındaki rolü 20. yüzyıl başlarında ortaya çıkmıştır. Bu dönemin başlarında yenidoğanların konjunktiva sürüntülerinin incelenmesi sonucunda intrasitoplazmik inklüzyonların fark edilmesi, aynı inklüzyonlara enfekte çocukların annelerinden alınan servikal ve babalarından alınan üretral sürüntü örneklerinde de rastlanması, farklı bir etkenin varlığını düşündürmüş ve bu yöndeki çalışmalar hızlandırılmıştır.
Günümüze kadar yapılan çalışmaların sonucunda, klamidyaların oluşturdukları hastalıkların patogenezinden sorumlu tutulabilecek toksin ya da herhangi bir virülans faktörü tanımlanamamıştır. Klamidya enfeksiyonlarının belirgin özelliği, konakta çoğu kez persistan enfeksiyonlara yol açmasıdır. Klamidyalar doğal konaklarında daha çok subklinik enfeksiyonlara yol açmaktadırlar. Enfekte konakta, klamidyaların çeşitli antijenlerine karşı antikorlar meydana gelir. Ancak bu antikorların tekrarlayıcı
enfeksiyonlara karşı koruyucu özellikleri çok az ve kısa sürelidir; etken, yüksek antikor titrelerine karşın varlığını sürdürebilmektedir.
Trahomun patogenezinde çoklu veya persistan enfeksiyonların rolü olduğu bilinmektedir. Ayrıca genital sitem infeksiyonu olan cinsel yönden aktif kişilerde tekrarlayan enfeksiyonlar çok sık görülmektedir. Dünyada önlenebilir körlüğün başta gelen nedeni olan trahom körlüğe neden olan tüm hastalıkların altıda birini meydana getirmektedir.
Epidemiyoloji
C. trachomatis’in L1, L2 ve L3 serotipleri ile oluşan lenfogranüloma venerum (LGV) tüm dünyada sporadik olarak ve özellikle de hijyenik koşulların yetersiz olduğu ülkelerde sıkca görülen bir genital enfeksiyondur. C. trachomatis’in non-LGV serotipleri ile oluşan enfeksiyonlar cinsel yönden aktif erkeklerde cinsel yolla bulaşan bakteriyel hastalıklar arasında birinci sırayı almaktadır. Eşler arasında yapılan çalışmalarda iki cinsin birbirine bulaştırma oranının hemen hemen aynı olduğu gösterilmiştir. Gonokoksik
enfeksiyonların aksine, klamidyal enfeksiyonlar prevalan hastalıklardır. N. gonorrhoeae ile enfekte olan kişilerin çoğu semptomatik olduğundan hemen tedavi olabilmekte, buna karşın C. trachomatis enfeksiyonlarının çoğunluğu belirtisiz seyretmekte ve taramalar sırasında saptanmaktadır. Cinsel yönden aktif erkeklerin % 0-11’inde, kadınların ancak % 0-26’sında görülmektedir. Yapılan çalışmalarda, erkeklerde NGÜ’lerin (Non-gonokoksit üretrit) % 20-60’ından, gonokoksik üretritlerde ise gonokokla birlikte %30-60’ından sorumlu tutulmaktadır. Kadın ve erkeklerde gonore ile birlikte bulunma olasılığı yüksektir.
GENİTAL ENFEKSİYONLAR
Lenfogranüloma venereum (LGV)
C. trachomatis tarafından oluşturulan, lenf bezleri ve anogenital bölgede inflamasyon ile karekterize olan cinsel yolla bulaşan bir hastalıktır. LGV 3-30 günlük bir kuluçka döneminin ardından üç dönemli bir seyir gösterir.
1. dönem: Etkenin vücuda giriş yerinde ufak bir papül ortaya çıkar. Sonra vezikül ve derin olmayan bir ülserasyon oluşur. Bu lezyona şankr denir. Ağrısız olması ve nedbeleşmeden kısa sürede iyileşmesi nedeni ile çoğu kez gözden kaçar. Erkeklerde glans penis, prepisyum veya üretra ağzında, kadınlarda ise vulva-vagina mukozası ve servikste yerleşim gösterir.
2. dönem: Primer lezyondan günler, hatta haftalar sonra başlar. Başlıca klinik özellikler lenfadenopati ve ve sistemik belirtilerin olmasıdır. Genellikle inguinal lenf bezleri büyür ve olguların %60’ında dışarıya fistülize olur (bubo oluşumu). Yerel belirtilerin yanı sıra ateş, bulantı, kusma, başağrısı ve miyalji gibi sistemik belirtiler de gözlenir. Tedavi görmeyen olguların bir kısmında nüksler görülebilir.
3. dönem: Lenf yollarında yıllarca süren kronik inflamasyon ve lenf stazına bağlı olarak çeşitli anorektal ve genital malformasyonlar ile darlık ve sekellerin geliştiği dönemdir. Günümüzde uygun antibiyotik tedavileri uygulanması ile bu aşamaya gelen olgular çok enderdir.
Erkeklerde görülen enfeksiyonlar
Erkeklerde C. trachomatis’e bağlı olarak gelişen genital enfeksiyonlar nongonokoksik ve postgonokoksik üretrit (NGÜ, PGÜ), epididimit, prostatit, proktit ve reaktif artrit olarak sıralanabilir.
Erkeklerde asemptomatik infeksiyonlar sık görülmekle birlikte, semptomatik NGÜ’lerin % 30- 50’sinden, PGÜ’lerin ise daha büyük bir bölümünden C. trachomatis sorumludur. Ayrıca gonokoksik üretriti olan erkeklerin %20 kadarından da C. trachomatis izole edilmektedir. Her iki etkenle enfekte olan erkeklerde, genellikle gonore tek doz tedavi rejimleri ile tedavi edilmekte, ancak bunlarda daha sonra postgonokoksik üretrit gelişmektedir. Semptomatik klamidyal üretritte kuluçka süresi 7-14 gün arasındadır.
Hastalarda çoğu kez beyaz veya gri renkte, bazen tamamen renksiz bir üretral akıntı ve dizüri görülen başlıca yakınmalardır. Bunlara ek olarak, idrarını tutamama, kaşıntı ve ağrılı cinsel ilişki de görülebilir. Bu belirtiler tıbbi destek gerektirmeyecek kadar hafif olabilir. Tedavi görmeyen olgularda belirtiler 1-3 ay içinde kendiliğinden geçerse de, bu kişilerin ne kadar süre ile bulaştırıcı kaldıkları bilinmemektedir.
PGÜ, akut gonore tedavisinden bir süre sonra yineleyen benzer belirtilerle kendini gösterir. Klamidyal üretritin erkeklerdeki birincil komplikasyonları epididimit, Reiter sendromunu da içine alan reaktif artrit ve cinsel ilişki yoluyla partnere bulaşırlar.
C. trachomatis 35 yaş altındaki erkeklerde epididimitin önde gelen nedenidir. Klamidyalara bağlı epididimit genellikle tek taraflıdır ve skrotal ağrı, duyarlılık, şişme ve ateş yüksekliği ile karakterizedir. Hastalığın akut döneminde oligospermi olabilirse de bu durumun infertiliteye yol açıp açmadığı kesinlik kazanmamıştır.
Bebek ve erişkinlerde C. trachomatis’in asemptomatik rektal taşıyıcılığı görülebilirse de, özellikle homoseksüel erkeklerde proktit ve proktokolitlere yol açması sık karşılaşılan bir durumdur.
Kadınlarda görülen enfeksiyonlar
Kadınlarda C. trachomatis’in yol açtığı genital infeksiyonlar yalnızca sıklıkları açısından değil, aynı zamanda hastalığın sonuçları açısından da önem taşımaktadır. İnfeksiyon için risk faktörleri toplumlara göre değişmekle birlikte, gonokoksik veya nongonokoksik üretriti olan bir erkeğin eşi olmak bu faktörlerin başında gelmektedir. Ayrıca genç yaş, çok eşlilik, erken yaşta cinsel yaşama başlanması, düşük sosyoekonomik düzey ve oral kontraseptif kullanımı da önemli risk faktörleri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Endoservikal infeksiyonu olan kadınların %70 kadarı ya asemptomatiktir ya da vajinal akıntı, kanama, abdominal ağrı ve dizüri gibi yakınmalarla kliniğe başvururlar. C. trachomatis erişkin kadınlarda servikal kolumnar epitel hücreleri enfekte eder. Vajinit ancak puberte öncesi kızlarda görülebilir. Akut üretral sendrom ise dizüri, sık idrara gitme gibi belirtilerin yanı sıra piyüri ile kendini gösterir. C. trachomatis ayrıca bartoliniti olan kadınların Bartolin bezlerinden de izole edilebilir.
Endoservikal C. trachomatis infeksiyonu olan ve tedavi edilmeyen kadınların %40 kadarında infeksiyon üst genital yollara yayılarak önce endometrit, daha sonra da pelvik inflamatuvar hastalığa (PİH) yol açar. Akut ya da subklinik PİH’ın uzun dönem komplikasyonları tubal infertilite, ektopik gebelik ve kronik pelvik ağrılardır. Tubalarda hasara bağlı olarak infertil hale gelmiş kadınların pek çoğu geçirilmiş bir klamidyal infeksiyondan ya da PİH’dan habersizdir.
Gebe kadınlardaki yineleyen spontan abortuslar ile geçirilmiş ya da persistan klamidyal infeksiyonlar arasında bir ilişki olabileceği düşünülmektedir. Ayrıca infeksiyonlar prematürite ve erken membran rüptürü ile de ilişkili bulunmuştur. Gebelik sırasında klamidyal infeksiyonların tedavilerinin hem gebeliğin sonuçları üzerine olumlu etki yapacağı hem de yenidoğan infeksiyonlarının gelişimini önleyeceği ileri sürülmektedir.
Göz infeksiyonları
Trahom
Trahom, kronik foliküler bir keratokonjunktivit şeklinde başlayan, papiller hipertrofi ve inflamasyonla karakterize bir hastalıktır. Hastalığın endemik olarak bulunduğu bölgelerde, primer infeksiyon genellikle yaşamın ilk yıllarında 3-10 günlük bir kuluçka döneminden sonra ortaya çıkar. İlk enfeksiyon genelde spontan olarak iyileşirse de, sıklıkla tekrarlayan enfeksiyonlar şeklinde komplikasyonlar görülür ve bakteriyel süperenfeksiyonlar meydana gelir. Yıllar içinde körlük gelişebilir. Hastalığın seyri sırasında
sistemik bir belirti ya da bulgu gözlenmez.
Erişkin konjunktiviti
Erişkin bir kişide C. trachomatis’e bağlı bir inklüzyon konjuktivitinin gelişebilmesi için, kişinin, kendinin ya da eşinin genital bölgesinde bu etkeni taşıyor olması gerekmektedir. Hastalık genital bölgelerinde klamidya taşıyan bu tür kişilerin kendi kendilerini enfekte etmeleri ya da genital salgıların bulaşmış olduğu maddelerle temas etmeleri sonucunda ortaya çıkar. İnklüzyon konjunktiviti (yüzme havuzu konjunktuviti) alt göz kapağını tutan irinli ve sıklıkla keratitle birlikte olan foliküler bir konjuktivittir. Hastalık bazen aylarca sürmekle birlikte genellikle spontan olarak iyileşir.
Yenidoğan konjunktiviti
Ürogenital sistemlerinde C. trachomatis bulunan annelerden doğan bebeklerin önemli bir bölümünde doğumdan sonraki ilk birkaç hafta içinde belirti veren bir inklüzyon konjunktiviti gelişir. Enfekte olan bebeklerde etken önce konjuktivada, daha sonra da nazofarenkste saptanmaktadır.
Yenidoğanın solunum yolu infeksiyonları
C. trachomatis ile enfekte annelerden doğan bebeklerin %11-20’sinde pnömoni gelişmektedir. Enfekte olan bebeklerde belirtiler doğumdan sonraki ilk birkaç hafta içinde başlar. Klamidyal pnömoni tedavisiz bırakıldığında klinik tablo haftalarca, hatta aylarca uzayabilir. Tanı çoğu kez klinik olarak konur ve bebekler ayaktan tedavi görürler. Erken tanı ve tedavi uzun dönem sekellerinin önlenmesi yönünden son derece önemlidir.
Laboratuvar Tanı
C. trachomatis ile oluşan infeksiyonlar içinde sadece trahom uygun epidemiyolojik veriler doğrultusunda klinik olarak tanınabilir. Bunun dışında kalan klamidyal infeksiyonların tanısında laboratuvar yöntemlerine gerek vardır.
ELISA (Enzyme Linked Immunosorbent Assay), PCR (Polymerase Chain Reaction) ve DFA (Direct Immunofluorescent Antibody Test) testlerinin duyarlılığı için sürüntü örneğinin alındığı eküvyonun özelliği, alım tekniği, taşıma ve saklama koşulları son derece önemlidir. Genel bir kural olarak tahta saplı eküvyonlar kullanılmamalıdır. Pamuk ve dakron içeren eküvyonlar tercih edilmelidir. Örneğin taze olması da önemlidir. Örnekler alındıktan sonra 24 saat buzdolabında saklanabilir,daha uzun süre saklanması gerektiğinde -70 oC’de saklanmalıdır.
Sitolojik inceleme, kültür ya da antijen tespit yöntemleri için elde edilen epitelyal hücre örnekleri kazıma yöntemi ile alınmalıdır. Pürülan akıntılar epitel hücre içermediğinden uygun değildir ve örnek alınmadan önce ortamdan uzaklaştırılmalıdır.
Sürüntü örneklerinin alınması için uygun bölgeler
Trahom ve inklüzyon konjunktiviti için konjunktiva, erkekte anterior üretra (üretra içinde birkaç cm ilerlenir) kadında endoservikal kanal ya da üretradan alınır. C. trachomatis endoservikal skuama kolumnar epiteli infekte ettiği için transizyonel zon ya da serviks girişinden alınmalıdır. Vaginal eküvyonlar NAA (Nükleik Asit Amplifikasyonu) için uygun değildir. Puberte öncesi transizyonel zonun vajina bölgesinde bulunduğu unutulmamalıdır. Salpenjit olan kadınlarda örnekler fallop tüpünden ince iğne aspirasyonu ile toplanır. Endometrial örneklerde de klamidya tespit edilebilir. Rektal mukoza, nazofarenk ve boğazdan da eküvyon ile örnek alınabilir. Pnömonisi olan çocuklarda posterior nazofarenks veya boğazdan eküvyonla sürüntü örneği alınabilir; ancak entübasyon ile toplanan nazofarengeal veya trakeobronşial aspirasyon örnekleri daha uygundur. LGV için bubo akıntısı, rektal ya da üretral eküvyonla alınan sürüntü veya biyopsi örnekleri tercih edilir.
İlk idrar, erkek ve kadınlarda genitoüriner sistem enfeksiyon tanısı için en uygun olan örnektir. İlk idrar, idrarın ilk 10-30 mL’lik kısmı olmalıdır. İdeal idrar örneği sabah ilk idrarı veya son miksiyondan 2-6 saat sonra elde edilen idrardır.
Akut C. trachomatis enfeksiyonlarının tanısı için serum örnekleri tercih edilmez. Mukoz membran enfeksiyonlarına karşı immün cevap kısa süreli olup, genellikle geçirilmiş enfeksiyonlara bağlı olduğundan iki endikasyon dışında serolojik tayin anlamlı değildir. Bu iki endikasyondan biri klamidyal neonatal pnömoniyi (yüksek IgM) ve klamidyal tubal faktör infertiliteyi (yüksek IgG) içermektedir. Pıhtılı örnekler kabul edilmez.
Prospektif semen donörleri NAA testi için ilk idrar örneği için bağışta bulunabilirler. Dondurularak saklanan semen örneklerinde önceden onayı alınan NAA testinin çalışılması gerekir.
Sitolojik inceleme
Yenidoğan konjunktiviti ve trahomda, konjunktivadan alınan hücre kazıntı örneklerinden yapılan ve Giemsa ile boyanan preparatlarda tipik intrasitoplazmik inklüzyonların görülmesi ile tanı konabilir. Günümüzde bu yöntem, yorumun zor olması, duyarlılık ve özgüllüğünün de düşük olması gibi nedenlere bağlı olarak son derece sınırlı kullanılmaktadır.
Hücre kültürü
C. trachomatis enfeksiyonlarının tanısında kullanılan en güvenilir ve duyarlılığı en yüksek olan testtir. Hücre kültürünün duyarlılık ve özgüllüğü teorik olarak %100 olmakla birlikte, yöntemin uygulanmasında uyulması gereken kurallar yerine getirilmediğinde bu oran %50’lere kadar düşebilmektedir. Kültür canlı organizma varlığını doğrulayan tek yöntemdir. Antijenler, nükleik asitler veya antikorlar canlı enfeksiyöz partiküllerin yokluğunda da bulunabilir. Kültür rutinde yapılmamakla birlikte, araştırma laboratuvarlarında yapılmaktadır.
Antijen tayini
Örneklerde klamidyal antijenlerin tayini için ticari EIA (Enzyme Immunoassay) kitleri mevcuttur. Bunlar monoklonal veya poliklonal antikorları kullanarak klamidyal lipopolisakkaridleri (LPS) tayin ederler. Çoğu EIA testinde birkaç saat içerisinde sonuç alınır ve tek bir defada alınan örnek miktarı bu test için uygundur. Duyarlılık NAA ile karşılaştırıldığında %65-75 arasında değişir. Doğrulama yapılmaksızın testin özgüllüğü %97’dir. Doğrulama testlerin ilavesiyle bu oran yaklaşık %99.5’a çıkar. Diğer bir yöntem ise DFA (Direct Fluorescent Antibody) testidir. Bu testin prensibi majör dış membran proteininin (MOMP) tayini olup, LPS’e dayalı EIA’i doğrulayıcı bir testir. Monoklonal antikorların kullanıldığı bu test sayesinde smear örneklerinde elementer cisimler saptanır. DFA testi, kültür ile karşılaştırıldığında %75-85 duyarlılığa ve %98-99 özgüllüğe, NAA ile kıyaslandığında ise %70 duyarlılığa sahiptir. LPS’ye karşı monoklonal antikorlar tüm klamidyaları boyadığından LPS’nin klamidyal partikül üzerinde düzensiz dağılımı örneklerin okunmasını zorlaştıracaktır. C. trachomatis’e karşı anti-MOMP monoklonal antikorları türe spesifik olduklarından kullanılmaktadır. MOMP klamidyal partiküller üzerinde daha düzenli dağıldığından floresan kalitesi daha iyidir. Bu yöntemle 30 dakikada hızlı bir şekilde sonuç alınır. Deneyimli laboratuvar personeli gerektirmesi ve otomasyonu olmaması nedeni ile çok örnek çalışılan laboratuvarlarda DFA çalışılması uygun değildir.
Bazı hasta başı EIA kitleri geliştirilmiştir. 30 dakikada sonuç verildiğinden enfekte olguların hızlı tedavisini sağlar. NAA ile kıyaslandığında duyarlılığı %65-75, özgüllüğü ise %100’ün altındadır. Test maliyetinin düşürülmesi performansının iyileştirilmesi sağlandığında rutinde kullanılabilir.
Nükleik asit amplifikasyonu (NAA)
Örnek alımının farklılığı ve örneklerdeki çeşitli faktörlere bağlı olarak amplifikasyon reaksiyonlarının inhibisyonu nedeniyle yöntemin gerçek duyarlılığı düşüktür (%90- 96). Bu amplifikasyon yöntemlerinin klinik değerlendirilmesi sonucunda hücre kültürü ve diğer kültür dışı yöntemlere göre (mikroskop, immün yöntem ) daha duyarlı oldukları gösterilmiştir. Rutin klinik laboratuvarlarda NAA yöntemleri C. trachomatis enfeksiyonlarının tanısında seçilecek testlerin başında yer almaktadır.
Seroloji
Yenidoğan enfeksiyonları (yüksek IgM), tubal faktör infertilitesi olan olgular (yüksek IgG) ve bazen de bubo aspiratı yeterli olmayan LGV enfeksiyonları dışında klamidyal enfeksiyonların tanısı için seroloji önerilmemektedir. Serolojik testlerle elde edilen pozitiflikler genelikle geçirilmiş enfeksiyonun varlığını gösterir ama akut infeksiyon tanısında yarar sağlamaz. Ancak infeksiyonun başlangıcında ve 3-4 hafta sonra alınan serum örneklerinde antikor titreleri arasında 4 kat artışın olduğu saptanırsa aktif enfeksiyon tanısı konabilir. Erişkinlerin non-LGV suşlar ile oluşan genital sistem enfeksiyonlarında IgM ve IgG antikorlarının aktif infeksiyon tanısında değeri bulunmamaktadır.
C H L A M I D I A T R A C H O M A T I S İ N F E K S İ Y O N L A R I
Yüksek düzeylerde IgM antikoru genellikle hastalık ile ilişkilidir. Bebeklerde anneden gelen IgG düzeylerinin yüksek olması nedeniyle tanıda IgG antikorlarının faydası sınırlıdır. Maternal antiklamidyal antikorların kaybolması için 6-9 ay gerektiğinden, 9 aydan büyük bebeklerde IgG bakılabilir. İnklüzyon konjunktiviti olan veya pnömoni olmaksızın solunum yolunda klamidya taşıyan bebeklerde genellikle çok düşük düzeylerde IgM antikorlarına rastlanılır. Bu olgularda tek başına 32 veya daha yüksek IgM titresini görmek klamidyal pnömoni tanısını destekleyebilir. İnklüzyon immünofloresan testi, EIA, ELISA, indirekt hemaglütinasyon, nötralizasyon, presipitasyon, jel difüzyon, enzim-bağlı floresan, immünoperoksidaz ve immünoelektroforez diğer tanı yöntemleri arasında yer almaktadır.
Kaynaklar
1. Topçu AW, Söyletir G, Doğanay M. Klamidya infeksiyonları. İnfeksiyon hastalıkları ve Mikrobiyolojisi 2002:1411-1425
2. Chernesky MA. The laboratory diagnosis of C. trachomatis infections. Can J Infect Dis Med Microbiol, 2005; 16(1):39-44
3. Jones RB, Batteiger BE. C. trachomatis in Mandell, Douglas and Bennet’s Principles and Practices of Infectious Diseases, 2000:1989-2004
4. Ustaçelebi Ş. Klamidyaların moleküler ve biyolojik özellikleri. 1. Ulusal Chlamidia infeksiyonları simpozyumu bildirileri. Türk Mikrobiyoloji Cemiyeti yayını No:23, İstanbul, 1995:2-9.
5. Serter D. C. trachomatis infeksiyonlarında klinik belirtiler. Cinsel temasla bulaşan hastalıklar (Eds: Ağaçfidan A, Anğ Ö), Türk Mikrobiyoloji Cemiyeti yayını No:35, İstanbul, 1999:117-124.
6. Ryan GM, Abdella TN, Mc Nelly Sg et al. C. trachomatis infection in pregnancy and effect of treatment on outcome. Am J Obstet Gynecol. 1990;162:34-39
7. Stary A. Diagnosis of genital C. trachomatis infections. Proceedings of the fourth meeting of the European society for Chlamydia research. (Ed: saikku P) Helsinki-Finland, August 20-23,2000:69-72
8. Sellors JW, Walter SD, Howar M. A new visual indicator of chlamydia cervicitis. Sex Transm Inf 2000; 76:46-48
9. Wisniewski CA, White JA, Michel CEC et al. Optimal method of collection of first void urine for diagnosis of C. trachomatis infection in men. J of Clin Microbiol. 2008:1466-1469
10. Kropp RY, Carmino CL, Steben M et al. What’s new in management of sexually transmitted infections? Canadian Guidelines on sexually transmitted infections, 2006 editions 53, 2007;1739-1741
10 Kasım’da Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ü Saygı Ve Özlemle Anıyoruz
/in Haberler10 Kasım 1938
Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ü saygı ve özlemle anıyoruz.
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı – 2016
/in HaberlerBiruni Laboratuvarı 0850 241 77 88
CHLAMYDIA TRACHOMATIS
/in BİLİMSEL BÜLTENLERİçindekiler
Yazı Boyutunu Değiştirebilirsiniz
Klamidyalar hücre içi yerleşimli, gram negatif, prokaryotik mikroorganizmalardır. İnsan da dahil olmak üzere bir çok memeli ve kuş türünde hastalık oluşturabilirler. İnsanda hastalık oluşturan 3 türü vardır: Chlamydia trachomatis, Chlamydia pneumoniae ve Chlamydia psittaci. Klamidya türleri arasında C. trachomatis, yol açtığı trahom ve cinsel yolla bulaşan hastalıklar nedeni ile en çok çalışılan ve rastlanan türdür. C. pneumoniae ise özellikle solunum yolu enfeksiyonlarından sorumludur. C. psittaci ise sıklıkla pnömoni şeklinde karşımıza çıkan sistemik bir hastalıktan (Psittakosis) sorumludur ve kuşlarla olan ilişkisi yaklaşık yüz yıldır bilinmektedir.
Chlamydia Trachomatis İnfeksiyonları
Chlamydia trachomatis’in genital sistem enfeksiyonlarındaki rolü 20. yüzyıl başlarında ortaya çıkmıştır. Bu dönemin başlarında yenidoğanların konjunktiva sürüntülerinin incelenmesi sonucunda intrasitoplazmik inklüzyonların fark edilmesi, aynı inklüzyonlara enfekte çocukların annelerinden alınan servikal ve babalarından alınan üretral sürüntü örneklerinde de rastlanması, farklı bir etkenin varlığını düşündürmüş ve bu yöndeki çalışmalar hızlandırılmıştır.
Günümüze kadar yapılan çalışmaların sonucunda, klamidyaların oluşturdukları hastalıkların patogenezinden sorumlu tutulabilecek toksin ya da herhangi bir virülans faktörü tanımlanamamıştır. Klamidya enfeksiyonlarının belirgin özelliği, konakta çoğu kez persistan enfeksiyonlara yol açmasıdır. Klamidyalar doğal konaklarında daha çok subklinik enfeksiyonlara yol açmaktadırlar. Enfekte konakta, klamidyaların çeşitli antijenlerine karşı antikorlar meydana gelir. Ancak bu antikorların tekrarlayıcı
enfeksiyonlara karşı koruyucu özellikleri çok az ve kısa sürelidir; etken, yüksek antikor titrelerine karşın varlığını sürdürebilmektedir.
Trahomun patogenezinde çoklu veya persistan enfeksiyonların rolü olduğu bilinmektedir. Ayrıca genital sitem infeksiyonu olan cinsel yönden aktif kişilerde tekrarlayan enfeksiyonlar çok sık görülmektedir. Dünyada önlenebilir körlüğün başta gelen nedeni olan trahom körlüğe neden olan tüm hastalıkların altıda birini meydana getirmektedir.
Epidemiyoloji
C. trachomatis’in L1, L2 ve L3 serotipleri ile oluşan lenfogranüloma venerum (LGV) tüm dünyada sporadik olarak ve özellikle de hijyenik koşulların yetersiz olduğu ülkelerde sıkca görülen bir genital enfeksiyondur. C. trachomatis’in non-LGV serotipleri ile oluşan enfeksiyonlar cinsel yönden aktif erkeklerde cinsel yolla bulaşan bakteriyel hastalıklar arasında birinci sırayı almaktadır. Eşler arasında yapılan çalışmalarda iki cinsin birbirine bulaştırma oranının hemen hemen aynı olduğu gösterilmiştir. Gonokoksik
enfeksiyonların aksine, klamidyal enfeksiyonlar prevalan hastalıklardır. N. gonorrhoeae ile enfekte olan kişilerin çoğu semptomatik olduğundan hemen tedavi olabilmekte, buna karşın C. trachomatis enfeksiyonlarının çoğunluğu belirtisiz seyretmekte ve taramalar sırasında saptanmaktadır. Cinsel yönden aktif erkeklerin % 0-11’inde, kadınların ancak % 0-26’sında görülmektedir. Yapılan çalışmalarda, erkeklerde NGÜ’lerin (Non-gonokoksit üretrit) % 20-60’ından, gonokoksik üretritlerde ise gonokokla birlikte %30-60’ından sorumlu tutulmaktadır. Kadın ve erkeklerde gonore ile birlikte bulunma olasılığı yüksektir.
GENİTAL ENFEKSİYONLAR
Lenfogranüloma venereum (LGV)
C. trachomatis tarafından oluşturulan, lenf bezleri ve anogenital bölgede inflamasyon ile karekterize olan cinsel yolla bulaşan bir hastalıktır. LGV 3-30 günlük bir kuluçka döneminin ardından üç dönemli bir seyir gösterir.
1. dönem: Etkenin vücuda giriş yerinde ufak bir papül ortaya çıkar. Sonra vezikül ve derin olmayan bir ülserasyon oluşur. Bu lezyona şankr denir. Ağrısız olması ve nedbeleşmeden kısa sürede iyileşmesi nedeni ile çoğu kez gözden kaçar. Erkeklerde glans penis, prepisyum veya üretra ağzında, kadınlarda ise vulva-vagina mukozası ve servikste yerleşim gösterir.
2. dönem: Primer lezyondan günler, hatta haftalar sonra başlar. Başlıca klinik özellikler lenfadenopati ve ve sistemik belirtilerin olmasıdır. Genellikle inguinal lenf bezleri büyür ve olguların %60’ında dışarıya fistülize olur (bubo oluşumu). Yerel belirtilerin yanı sıra ateş, bulantı, kusma, başağrısı ve miyalji gibi sistemik belirtiler de gözlenir. Tedavi görmeyen olguların bir kısmında nüksler görülebilir.
3. dönem: Lenf yollarında yıllarca süren kronik inflamasyon ve lenf stazına bağlı olarak çeşitli anorektal ve genital malformasyonlar ile darlık ve sekellerin geliştiği dönemdir. Günümüzde uygun antibiyotik tedavileri uygulanması ile bu aşamaya gelen olgular çok enderdir.
Erkeklerde görülen enfeksiyonlar
Erkeklerde C. trachomatis’e bağlı olarak gelişen genital enfeksiyonlar nongonokoksik ve postgonokoksik üretrit (NGÜ, PGÜ), epididimit, prostatit, proktit ve reaktif artrit olarak sıralanabilir.
Erkeklerde asemptomatik infeksiyonlar sık görülmekle birlikte, semptomatik NGÜ’lerin % 30- 50’sinden, PGÜ’lerin ise daha büyük bir bölümünden C. trachomatis sorumludur. Ayrıca gonokoksik üretriti olan erkeklerin %20 kadarından da C. trachomatis izole edilmektedir. Her iki etkenle enfekte olan erkeklerde, genellikle gonore tek doz tedavi rejimleri ile tedavi edilmekte, ancak bunlarda daha sonra postgonokoksik üretrit gelişmektedir. Semptomatik klamidyal üretritte kuluçka süresi 7-14 gün arasındadır.
Hastalarda çoğu kez beyaz veya gri renkte, bazen tamamen renksiz bir üretral akıntı ve dizüri görülen başlıca yakınmalardır. Bunlara ek olarak, idrarını tutamama, kaşıntı ve ağrılı cinsel ilişki de görülebilir. Bu belirtiler tıbbi destek gerektirmeyecek kadar hafif olabilir. Tedavi görmeyen olgularda belirtiler 1-3 ay içinde kendiliğinden geçerse de, bu kişilerin ne kadar süre ile bulaştırıcı kaldıkları bilinmemektedir.
PGÜ, akut gonore tedavisinden bir süre sonra yineleyen benzer belirtilerle kendini gösterir. Klamidyal üretritin erkeklerdeki birincil komplikasyonları epididimit, Reiter sendromunu da içine alan reaktif artrit ve cinsel ilişki yoluyla partnere bulaşırlar.
C. trachomatis 35 yaş altındaki erkeklerde epididimitin önde gelen nedenidir. Klamidyalara bağlı epididimit genellikle tek taraflıdır ve skrotal ağrı, duyarlılık, şişme ve ateş yüksekliği ile karakterizedir. Hastalığın akut döneminde oligospermi olabilirse de bu durumun infertiliteye yol açıp açmadığı kesinlik kazanmamıştır.
Bebek ve erişkinlerde C. trachomatis’in asemptomatik rektal taşıyıcılığı görülebilirse de, özellikle homoseksüel erkeklerde proktit ve proktokolitlere yol açması sık karşılaşılan bir durumdur.
Kadınlarda görülen enfeksiyonlar
Kadınlarda C. trachomatis’in yol açtığı genital infeksiyonlar yalnızca sıklıkları açısından değil, aynı zamanda hastalığın sonuçları açısından da önem taşımaktadır. İnfeksiyon için risk faktörleri toplumlara göre değişmekle birlikte, gonokoksik veya nongonokoksik üretriti olan bir erkeğin eşi olmak bu faktörlerin başında gelmektedir. Ayrıca genç yaş, çok eşlilik, erken yaşta cinsel yaşama başlanması, düşük sosyoekonomik düzey ve oral kontraseptif kullanımı da önemli risk faktörleri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Endoservikal infeksiyonu olan kadınların %70 kadarı ya asemptomatiktir ya da vajinal akıntı, kanama, abdominal ağrı ve dizüri gibi yakınmalarla kliniğe başvururlar. C. trachomatis erişkin kadınlarda servikal kolumnar epitel hücreleri enfekte eder. Vajinit ancak puberte öncesi kızlarda görülebilir. Akut üretral sendrom ise dizüri, sık idrara gitme gibi belirtilerin yanı sıra piyüri ile kendini gösterir. C. trachomatis ayrıca bartoliniti olan kadınların Bartolin bezlerinden de izole edilebilir.
Endoservikal C. trachomatis infeksiyonu olan ve tedavi edilmeyen kadınların %40 kadarında infeksiyon üst genital yollara yayılarak önce endometrit, daha sonra da pelvik inflamatuvar hastalığa (PİH) yol açar. Akut ya da subklinik PİH’ın uzun dönem komplikasyonları tubal infertilite, ektopik gebelik ve kronik pelvik ağrılardır. Tubalarda hasara bağlı olarak infertil hale gelmiş kadınların pek çoğu geçirilmiş bir klamidyal infeksiyondan ya da PİH’dan habersizdir.
Gebe kadınlardaki yineleyen spontan abortuslar ile geçirilmiş ya da persistan klamidyal infeksiyonlar arasında bir ilişki olabileceği düşünülmektedir. Ayrıca infeksiyonlar prematürite ve erken membran rüptürü ile de ilişkili bulunmuştur. Gebelik sırasında klamidyal infeksiyonların tedavilerinin hem gebeliğin sonuçları üzerine olumlu etki yapacağı hem de yenidoğan infeksiyonlarının gelişimini önleyeceği ileri sürülmektedir.
Göz infeksiyonları
Trahom
Trahom, kronik foliküler bir keratokonjunktivit şeklinde başlayan, papiller hipertrofi ve inflamasyonla karakterize bir hastalıktır. Hastalığın endemik olarak bulunduğu bölgelerde, primer infeksiyon genellikle yaşamın ilk yıllarında 3-10 günlük bir kuluçka döneminden sonra ortaya çıkar. İlk enfeksiyon genelde spontan olarak iyileşirse de, sıklıkla tekrarlayan enfeksiyonlar şeklinde komplikasyonlar görülür ve bakteriyel süperenfeksiyonlar meydana gelir. Yıllar içinde körlük gelişebilir. Hastalığın seyri sırasında
sistemik bir belirti ya da bulgu gözlenmez.
Erişkin konjunktiviti
Erişkin bir kişide C. trachomatis’e bağlı bir inklüzyon konjuktivitinin gelişebilmesi için, kişinin, kendinin ya da eşinin genital bölgesinde bu etkeni taşıyor olması gerekmektedir. Hastalık genital bölgelerinde klamidya taşıyan bu tür kişilerin kendi kendilerini enfekte etmeleri ya da genital salgıların bulaşmış olduğu maddelerle temas etmeleri sonucunda ortaya çıkar. İnklüzyon konjunktiviti (yüzme havuzu konjunktuviti) alt göz kapağını tutan irinli ve sıklıkla keratitle birlikte olan foliküler bir konjuktivittir. Hastalık bazen aylarca sürmekle birlikte genellikle spontan olarak iyileşir.
Yenidoğan konjunktiviti
Ürogenital sistemlerinde C. trachomatis bulunan annelerden doğan bebeklerin önemli bir bölümünde doğumdan sonraki ilk birkaç hafta içinde belirti veren bir inklüzyon konjunktiviti gelişir. Enfekte olan bebeklerde etken önce konjuktivada, daha sonra da nazofarenkste saptanmaktadır.
Yenidoğanın solunum yolu infeksiyonları
C. trachomatis ile enfekte annelerden doğan bebeklerin %11-20’sinde pnömoni gelişmektedir. Enfekte olan bebeklerde belirtiler doğumdan sonraki ilk birkaç hafta içinde başlar. Klamidyal pnömoni tedavisiz bırakıldığında klinik tablo haftalarca, hatta aylarca uzayabilir. Tanı çoğu kez klinik olarak konur ve bebekler ayaktan tedavi görürler. Erken tanı ve tedavi uzun dönem sekellerinin önlenmesi yönünden son derece önemlidir.
Laboratuvar Tanı
C. trachomatis ile oluşan infeksiyonlar içinde sadece trahom uygun epidemiyolojik veriler doğrultusunda klinik olarak tanınabilir. Bunun dışında kalan klamidyal infeksiyonların tanısında laboratuvar yöntemlerine gerek vardır.
ELISA (Enzyme Linked Immunosorbent Assay), PCR (Polymerase Chain Reaction) ve DFA (Direct Immunofluorescent Antibody Test) testlerinin duyarlılığı için sürüntü örneğinin alındığı eküvyonun özelliği, alım tekniği, taşıma ve saklama koşulları son derece önemlidir. Genel bir kural olarak tahta saplı eküvyonlar kullanılmamalıdır. Pamuk ve dakron içeren eküvyonlar tercih edilmelidir. Örneğin taze olması da önemlidir. Örnekler alındıktan sonra 24 saat buzdolabında saklanabilir,daha uzun süre saklanması gerektiğinde -70 oC’de saklanmalıdır.
Sitolojik inceleme, kültür ya da antijen tespit yöntemleri için elde edilen epitelyal hücre örnekleri kazıma yöntemi ile alınmalıdır. Pürülan akıntılar epitel hücre içermediğinden uygun değildir ve örnek alınmadan önce ortamdan uzaklaştırılmalıdır.
Sürüntü örneklerinin alınması için uygun bölgeler
Trahom ve inklüzyon konjunktiviti için konjunktiva, erkekte anterior üretra (üretra içinde birkaç cm ilerlenir) kadında endoservikal kanal ya da üretradan alınır. C. trachomatis endoservikal skuama kolumnar epiteli infekte ettiği için transizyonel zon ya da serviks girişinden alınmalıdır. Vaginal eküvyonlar NAA (Nükleik Asit Amplifikasyonu) için uygun değildir. Puberte öncesi transizyonel zonun vajina bölgesinde bulunduğu unutulmamalıdır. Salpenjit olan kadınlarda örnekler fallop tüpünden ince iğne aspirasyonu ile toplanır. Endometrial örneklerde de klamidya tespit edilebilir. Rektal mukoza, nazofarenk ve boğazdan da eküvyon ile örnek alınabilir. Pnömonisi olan çocuklarda posterior nazofarenks veya boğazdan eküvyonla sürüntü örneği alınabilir; ancak entübasyon ile toplanan nazofarengeal veya trakeobronşial aspirasyon örnekleri daha uygundur. LGV için bubo akıntısı, rektal ya da üretral eküvyonla alınan sürüntü veya biyopsi örnekleri tercih edilir.
İlk idrar, erkek ve kadınlarda genitoüriner sistem enfeksiyon tanısı için en uygun olan örnektir. İlk idrar, idrarın ilk 10-30 mL’lik kısmı olmalıdır. İdeal idrar örneği sabah ilk idrarı veya son miksiyondan 2-6 saat sonra elde edilen idrardır.
Akut C. trachomatis enfeksiyonlarının tanısı için serum örnekleri tercih edilmez. Mukoz membran enfeksiyonlarına karşı immün cevap kısa süreli olup, genellikle geçirilmiş enfeksiyonlara bağlı olduğundan iki endikasyon dışında serolojik tayin anlamlı değildir. Bu iki endikasyondan biri klamidyal neonatal pnömoniyi (yüksek IgM) ve klamidyal tubal faktör infertiliteyi (yüksek IgG) içermektedir. Pıhtılı örnekler kabul edilmez.
Prospektif semen donörleri NAA testi için ilk idrar örneği için bağışta bulunabilirler. Dondurularak saklanan semen örneklerinde önceden onayı alınan NAA testinin çalışılması gerekir.
Sitolojik inceleme
Yenidoğan konjunktiviti ve trahomda, konjunktivadan alınan hücre kazıntı örneklerinden yapılan ve Giemsa ile boyanan preparatlarda tipik intrasitoplazmik inklüzyonların görülmesi ile tanı konabilir. Günümüzde bu yöntem, yorumun zor olması, duyarlılık ve özgüllüğünün de düşük olması gibi nedenlere bağlı olarak son derece sınırlı kullanılmaktadır.
Hücre kültürü
C. trachomatis enfeksiyonlarının tanısında kullanılan en güvenilir ve duyarlılığı en yüksek olan testtir. Hücre kültürünün duyarlılık ve özgüllüğü teorik olarak %100 olmakla birlikte, yöntemin uygulanmasında uyulması gereken kurallar yerine getirilmediğinde bu oran %50’lere kadar düşebilmektedir. Kültür canlı organizma varlığını doğrulayan tek yöntemdir. Antijenler, nükleik asitler veya antikorlar canlı enfeksiyöz partiküllerin yokluğunda da bulunabilir. Kültür rutinde yapılmamakla birlikte, araştırma laboratuvarlarında yapılmaktadır.
Antijen tayini
Örneklerde klamidyal antijenlerin tayini için ticari EIA (Enzyme Immunoassay) kitleri mevcuttur. Bunlar monoklonal veya poliklonal antikorları kullanarak klamidyal lipopolisakkaridleri (LPS) tayin ederler. Çoğu EIA testinde birkaç saat içerisinde sonuç alınır ve tek bir defada alınan örnek miktarı bu test için uygundur. Duyarlılık NAA ile karşılaştırıldığında %65-75 arasında değişir. Doğrulama yapılmaksızın testin özgüllüğü %97’dir. Doğrulama testlerin ilavesiyle bu oran yaklaşık %99.5’a çıkar. Diğer bir yöntem ise DFA (Direct Fluorescent Antibody) testidir. Bu testin prensibi majör dış membran proteininin (MOMP) tayini olup, LPS’e dayalı EIA’i doğrulayıcı bir testir. Monoklonal antikorların kullanıldığı bu test sayesinde smear örneklerinde elementer cisimler saptanır. DFA testi, kültür ile karşılaştırıldığında %75-85 duyarlılığa ve %98-99 özgüllüğe, NAA ile kıyaslandığında ise %70 duyarlılığa sahiptir. LPS’ye karşı monoklonal antikorlar tüm klamidyaları boyadığından LPS’nin klamidyal partikül üzerinde düzensiz dağılımı örneklerin okunmasını zorlaştıracaktır. C. trachomatis’e karşı anti-MOMP monoklonal antikorları türe spesifik olduklarından kullanılmaktadır. MOMP klamidyal partiküller üzerinde daha düzenli dağıldığından floresan kalitesi daha iyidir. Bu yöntemle 30 dakikada hızlı bir şekilde sonuç alınır. Deneyimli laboratuvar personeli gerektirmesi ve otomasyonu olmaması nedeni ile çok örnek çalışılan laboratuvarlarda DFA çalışılması uygun değildir.
Bazı hasta başı EIA kitleri geliştirilmiştir. 30 dakikada sonuç verildiğinden enfekte olguların hızlı tedavisini sağlar. NAA ile kıyaslandığında duyarlılığı %65-75, özgüllüğü ise %100’ün altındadır. Test maliyetinin düşürülmesi performansının iyileştirilmesi sağlandığında rutinde kullanılabilir.
Nükleik asit amplifikasyonu (NAA)
Örnek alımının farklılığı ve örneklerdeki çeşitli faktörlere bağlı olarak amplifikasyon reaksiyonlarının inhibisyonu nedeniyle yöntemin gerçek duyarlılığı düşüktür (%90- 96). Bu amplifikasyon yöntemlerinin klinik değerlendirilmesi sonucunda hücre kültürü ve diğer kültür dışı yöntemlere göre (mikroskop, immün yöntem ) daha duyarlı oldukları gösterilmiştir. Rutin klinik laboratuvarlarda NAA yöntemleri C. trachomatis enfeksiyonlarının tanısında seçilecek testlerin başında yer almaktadır.
Seroloji
Yenidoğan enfeksiyonları (yüksek IgM), tubal faktör infertilitesi olan olgular (yüksek IgG) ve bazen de bubo aspiratı yeterli olmayan LGV enfeksiyonları dışında klamidyal enfeksiyonların tanısı için seroloji önerilmemektedir. Serolojik testlerle elde edilen pozitiflikler genelikle geçirilmiş enfeksiyonun varlığını gösterir ama akut infeksiyon tanısında yarar sağlamaz. Ancak infeksiyonun başlangıcında ve 3-4 hafta sonra alınan serum örneklerinde antikor titreleri arasında 4 kat artışın olduğu saptanırsa aktif enfeksiyon tanısı konabilir. Erişkinlerin non-LGV suşlar ile oluşan genital sistem enfeksiyonlarında IgM ve IgG antikorlarının aktif infeksiyon tanısında değeri bulunmamaktadır.
C H L A M I D I A T R A C H O M A T I S İ N F E K S İ Y O N L A R I
Yüksek düzeylerde IgM antikoru genellikle hastalık ile ilişkilidir. Bebeklerde anneden gelen IgG düzeylerinin yüksek olması nedeniyle tanıda IgG antikorlarının faydası sınırlıdır. Maternal antiklamidyal antikorların kaybolması için 6-9 ay gerektiğinden, 9 aydan büyük bebeklerde IgG bakılabilir. İnklüzyon konjunktiviti olan veya pnömoni olmaksızın solunum yolunda klamidya taşıyan bebeklerde genellikle çok düşük düzeylerde IgM antikorlarına rastlanılır. Bu olgularda tek başına 32 veya daha yüksek IgM titresini görmek klamidyal pnömoni tanısını destekleyebilir. İnklüzyon immünofloresan testi, EIA, ELISA, indirekt hemaglütinasyon, nötralizasyon, presipitasyon, jel difüzyon, enzim-bağlı floresan, immünoperoksidaz ve immünoelektroforez diğer tanı yöntemleri arasında yer almaktadır.
Kaynaklar
1. Topçu AW, Söyletir G, Doğanay M. Klamidya infeksiyonları. İnfeksiyon hastalıkları ve Mikrobiyolojisi 2002:1411-1425
2. Chernesky MA. The laboratory diagnosis of C. trachomatis infections. Can J Infect Dis Med Microbiol, 2005; 16(1):39-44
3. Jones RB, Batteiger BE. C. trachomatis in Mandell, Douglas and Bennet’s Principles and Practices of Infectious Diseases, 2000:1989-2004
4. Ustaçelebi Ş. Klamidyaların moleküler ve biyolojik özellikleri. 1. Ulusal Chlamidia infeksiyonları simpozyumu bildirileri. Türk Mikrobiyoloji Cemiyeti yayını No:23, İstanbul, 1995:2-9.
5. Serter D. C. trachomatis infeksiyonlarında klinik belirtiler. Cinsel temasla bulaşan hastalıklar (Eds: Ağaçfidan A, Anğ Ö), Türk Mikrobiyoloji Cemiyeti yayını No:35, İstanbul, 1999:117-124.
6. Ryan GM, Abdella TN, Mc Nelly Sg et al. C. trachomatis infection in pregnancy and effect of treatment on outcome. Am J Obstet Gynecol. 1990;162:34-39
7. Stary A. Diagnosis of genital C. trachomatis infections. Proceedings of the fourth meeting of the European society for Chlamydia research. (Ed: saikku P) Helsinki-Finland, August 20-23,2000:69-72
8. Sellors JW, Walter SD, Howar M. A new visual indicator of chlamydia cervicitis. Sex Transm Inf 2000; 76:46-48
9. Wisniewski CA, White JA, Michel CEC et al. Optimal method of collection of first void urine for diagnosis of C. trachomatis infection in men. J of Clin Microbiol. 2008:1466-1469
10. Kropp RY, Carmino CL, Steben M et al. What’s new in management of sexually transmitted infections? Canadian Guidelines on sexually transmitted infections, 2006 editions 53, 2007;1739-1741
14 Mart Tıp Bayramı Kutlu Olsun – 2016
/in HaberlerBiruni Laboratuvarı 0850 241 77 88
Dünya Kadınlar Günü – 2016
/in HaberlerBiruni Laboratuvarı olarak tüm kadınların dünya kadınlar gününü kutlarız.
Biruni Laboratuvarı 0850 241 77 88
Kemerburgaz Şubemiz Yeni Adresinde
/in HaberlerKemerburgaz Şubemiz yeni adresinde hizmetinizde.
İstanbul Caddesi Koton Mağazası Üstü Göktürk (212) 322 68 22
İl Sağlık Müdürlüğü Teşekkür Belgesi
/in Haberlerİstanbul İl Sağlık Müdürlüğü tarafından 2015 yılı içerisinde yapılmış olan şube denetimlerimizin eksiksiz ve başarılı bir şekilde tamamlanmış olması nedeni ile 16.02.16 tarihinde İl Sağlık Müdür Yardımcısı Op. Dr. Attila Yıldırım ve Özel Teşhis ve Tedavi Merkezleri Şube Müdürü Nergis Gedik Yılmaz tarafından Biruni Laboratuvarına Teşekkür Belgesi verildi. Başarılı çalışmalarımızın takdiri niteliğindeki bu teşekkür belgesini almış olmaktan gurur duyuyoruz.
PROKALSİTONİN
/in BİLİMSEL BÜLTENLERİçindekiler
Yazı Boyutunu Değiştirebilirsiniz
Prokalsitonin (PCT) klinik açıdan bakteriyel enfeksiyonlar ve sepsis tanısı için yenilikçi ve son derece özel bir belirteçtir. Prokalsitonin (PCT) doğru zamanda etkili bir tedaviyi yönlendirip, gereksiz zaman kaybını önleyerek erken tanı konulmasında yardımcı olur.
PROKALSİTONİN: BAKTERİYEL ENFEKSİYONLAR VE SEPSİS TANISINDA ÖNEMLİ BİR PARAMETRE
Prokalsitonin (PCT), 116 aminoasitten oluşan 13 kD molekül ağırlığında, tiroid bezinde üretilen kalsitoninin prekürsörü bir proteindir. Kalsitonin, tiroid bezinin C hücrelerinde spesifik proteolitik enzimler tarafından prokalsitoninden üretilir. Prokalsitonin ve kalsitonin sentezi preprokalsitonin adı verilen 141 aminoasitli proteinin transkripsiyonu ile başlar. Preprokalsitoninin endoplazmik retikulumda degrade olması ile prokalsitonin oluşur. Daha ileri proteoliz ile kalsitonin prokalsitoninden ayrılır. Prokalsitonin parçalanır ve dolaşıma salınmaz. Bu nedenle sağlıklı kişilerde prokalsitonin düzeyi 0.1 ng/mL’nin altındadır. Sitokin ve endotoksinler, son proteolitik basamağı inhibe ederler ve prokalsitonin parçalanamaz ve dolaşıma salınır (1). Prokalsitonin septik hastalarda plazma kalsitonin düzeyi artmaksızın yükselir. Tiroidektomili hastalarda kalsitonine benzer immun reaktivite kalsitonin prekürsörlerinin tiroid dokusu dışında da üretimini düşündürmektedir. Sepsisde prokalsitoninin asıl üretim yeri bilinmemekle beraber karaciğer veya akciğerdeki nöroendokrin hücreler olası üretim yerleridir (1). Bakteriyel ve viral enfeksiyonlarda vücutta meydana gelen sistemik değişiklikler “akut faz yanıtı” olarak tanımlanmakta olup, metabolik, endokrinolojik, nörolojik ve immünolojik olayları içerir. Klinikte akut faz yanıtı olarak en sık bakılan parametreler lökosit sayısı, mutlak nötrofil sayısı, çomak sayısı ve oranı, eritrosit sedimantasyon hızı (ESR) ve serum C-reaktif protein (CRP)’dir. Son yıllarda bakteriyel ve viral enfeksiyonların ayırıcı tanısında serum PCT düzeyinin faydalı olabileceği bildirilmektedir (2). Sağlıklı bireylerde, az miktarda bakteriyel endotoksin enjeksiyonu PCT yapımını uyarır. Prokalsitonin düzeyi 2-3 saat sonra ölçülebilecek düzeye yükselir, 6-8 saat içinde hızla artarak 12 saatte en yüksek düzeye erişir. Oniki saat süreyle de yaklaşık aynı düzeyde kalır. Sonraki iki gün içerisinde ise normal düzeyine iner. PCT’nin yarı ömrü yaklaşık olarak 20-24 saat arasında değişmektedir (3). Yapılan çalışmalar, bakteri endotoksininin (lipopolisakkarit-LPS) PCT’nin üretimini sağlayan en güçlü uyaran olduğunu ortaya koymuştur (4). Bunun yanısıra TNF-α, IL-6 ve IL-2’nin de PCT yapımını uyardığı saptanmıştır. Sıcak çarpması, akut yanıklar, yenidoğan dönemi ve ağır travma sonrasında, bakteriyel endotoksin olmaksızın PCT’nin yükselmesi bunu desteklemektedir (5).
Viral, otoimmün, onkolojik hastalıklar, lokal ve sınırlı enfeksiyonlar ise PCT artışına yol açmazlar(4). Bu nedenle, PCT en çok bakteriyel ve bakteriyel olmayan hastalıkların ayırıcı tanısında kullanılmaktadır. Bakteriyal enfeksiyonların yaygınlığı ve şiddeti ile kuvvetli bir ilişki gösterir. Bunun yanısıra, ciddi bir sistemik enflamasyona yol açan mantar enfeksiyonlarında da serum PCT düzeyi yüksek bulunmuştur. Diğer taraftan, viral enfeksiyonlar sırasında artan interferon gamma (INF-γ) PCT üretimini baskılar. Buna bağlı olarak viral ve bakteriyel enfeksiyonların ayırımında kullanılır. Klinikte ilk 48 saat içinde seri PCT ölçümleri antibiyotik tedavisine başlama kararının verilmesinde önemli bir gösterge olarak kabul edilmektedir (6).
Otoimmun hastalığı olan kişilerde ateş atakları ile enfeksiyon ataklarının ayırıcı tanısında kullanılabilinir. Enfeksiyon ataklarında PCT yüksek seyretmesine rağmen otoimmun hastalık alevlenmesinde normal düzeylerde kalmaktadır (7). PFAPA (Periodic Fever, Aphthous Stomatitis, Pharyngitis, Adenitis) sendromunda ataklar sırasında PCT değerinin normal kaldığı saptanmıştır (8). Yenidoğanlarda PCT, bakteriyel enfeksiyon tanısının konup, tedaviye hızla başlanması için prognostik açıdan oldukça önemlidir. Bu hastalarda sıklıkla enfeksiyona ait özgül belirtiler yoktur. Tanı laboratuvar sonuçlarıyla desteklenmelidir. Bu dönemde bakteriyel enfeksiyonları saptamada lökosit sayısının tanıya katkısı sınırlı olmakta, CRP’nin tek başına bir gösterge olarak kullanılması da özellikle koagülaz negatif stafilokokkal enfeksiyonların erken tanısında yeterli olmamaktadır. Yenidoğanda ilk iki gün PCT düzeyi fizyolojik olarak yüksek saptanmakta
üçüncü günden sonra yetişkin düzeyine inmektedir (9,10). Prematürelik PCT yanıtını etkilememektedir (11). Prokalsitoninin bu özellikleri nedeniyle yenidoğan çağında, hatta ilk günlerde bakteriyel enfeksiyonların ayırıcı tanısında önemli bir parametredir.
Klinik araştırmalarda yenidoğanda erken dönemdeki (ilk 2 gün) bakteriyel enfeksiyonların tanısında PCT yanıtının duyarlılığının %92.6, özgüllüğünün ise %97.5, geç bakteriyel enfeksiyonlarda ise (3-30 gün) duyarlılığın ve özgüllüğün % 100 olduğu bildirilmiştir(12). Yenidoğanlarda bakteriyel enfeksiyonun erken tanısında PCT’nin, CRP’den daha duyarlı olduğu saptanmıştır.
KLİNİK UYGULAMALARDA PCT’NİN KULLANIMI
Sepsisin erken tanısı ve ciddiyetinin erken saptanması
Sistemik enfeksiyonların tanısı
Normal sağlıklı bireylerde PCT düzeyleri ölçülemeyecek kadar düşüktür. Serum PCT düzeyinin 0.5 ng/mL üzerine çıkması sistemik enflamasyon ile seyreden akut bir enfeksiyon göstergesi olabilir. Lokal enfeksiyonlarda serum PCT düzeylerinde değişiklik olmaz veya çok hafif artabilir.
Hastalığın prognozu ve tedaviye yanıtın izlenmesi
Ardışık PCT ölçümleri, yaşamı tehdit eden kritik bakteriyel enfeksiyonların seyrini değerlendirmede ve tedaviye yanıtı izlemede yararlıdır. Serum PCT düzeyinin yüksek seyretmesi hastalığın aktif dönemde olduğunu, aksine PCT düzeyinin düşmeye başlaması tedavinin etkin veya enfeksiyonun iyileşme dönemine girdiğini gösterir.
Enflamatuvar hastalıkların ve nedeni bilinmeyen ateşin ayırıcı tanısı
Diğer nedenler
Uzun süre yoğun bakımda kalan hastaların bakteriyel enfeksiyon açısından takibinde Prokalsitonin düzeyi kullanılır.
SİSTEMİK ENFEKSİYONLARDA PCT ALGORİTMASI
PCT≤0.5 ng/mL: Sistemik enfeksiyon (sepsis) muhtemelen yoktur. Lokal bakteriyel enfeksiyon olabilir. Ciddi bir sistemik enfeksiyona karşı progresyon riski çok düşüktür. 0.5 ng/mL altındaki PCT değerleri enfeksiyonu tümüyle ekarte etmez. Çünkü sistemik bulgular göstermeyen lokal enfeksiyonlar böyle düşük değerde PCT düzeyleri ile seyredebilir. Serum PCT düzeyi olası bir bakteriyel enfeksiyon gelişimi esnasında çok erken evrede bakılır ise (6-24 saat sonra tekrar ölçüm yapılarak PCT düzeylerindeki olası artışlar değerlendirilebilir.
0.5ng/mL≤PCT Sepsis olasılığı olmakla birlikte sistemik bakteriyel enfeksiyon dışında başka nedenler de PCT’yi indükleyebilir. Ciddi bir sistemik enfeksiyona progresyon açısından orta düzeyde bir risk içerir. Hasta 6-24 saat içerisinde PCT açısından tekrar değerlendirilmelidir.
2 ng/mL≤PCT PCT yüksekliğine yol açabilecek diğer nedenler bulunmuyorsa sistemik enfeksiyon olması muhtemeldir. Ciddi sepsise doğru progresyon olasılığı yüksektir.
PCT≥10 ng/mL: Büyük bir olasılıkla ciddi bakteriyel enfeksiyon veya septik şoka bağlı olarak önemli sistemik enflamatuvar cevabı gösterir.
Sonuç olarak prokalsitonin sistemik bakteriyel enfeksiyonların ve hasta için yaşamsal tehdit oluşturan sepsisin erken tanısında ve tedavinin izlenmesinde son derece yararlı ve hayat kurtarıcı bir parametredir.
KAYNAKLAR
1. Ertuğrul Ö., Ertuğrul M.B. Prokalsitonin ve İnfeksiyon. Klimik Dergisi.2005;18:2;59-62.
2. Chris-Crain M et al. Proceed. 25th Int. Congress of Intensive Care and Emergency Medicine (ISICEM), Brussels 2005.
3. Becker KL, Nylen ES, Cohen R, Snider RH. Calcitonin: Structure, molecular biology, and actions. Principles of Bone Biology. Academic Press Inc.1996; 1: 471-474.
4. Carrol ED, Thomson APJ, Hart CA. Procalcitonin as a marker of sepsis. International Journal of Antimicrobial Agents. 2002; 20: 1-9.
5. Meisner M. Procalcitonin (PCT): A new, innovative infection parameter biochemical and clinical aspects. 3th ed. Georg Thieme Verlog. 2000: 1-196
6. Yoshihara T, Imamura T, Yokoi K, Shibata M, Kano G, Osone S, et al. Potential use of procalcitonin concentrations as a diagnostic marker of the PFAPA syndrome. Eur J Pediatr 2007; 166: 621–622.
7. Franz AR, Kron M, Pohlandt F, Steinbach G. Comparison of procalcitonin with interleukin 8, C-reactive protein and differential white blood cell count for the early diagnosis of bacterial infections in newborn infants.
Pediatr İnfect Dis J 1999; 18: 666-71.
8. Elsammak M, Hanna H, Ghazal A, Edeen FB, Kandil M. Pediatr Infect Dis J. 2006 Feb;25(2):174-176.
9. Monneret G, Labaune JM, Isaac C, Putet G, Bienvenu J. Procalcitonin and C-reactive protein levels in neonatal infections. Acta Paediatr 1997; 86: 209-12.
10. Chiase C, Pacifico L, Mancuso G, Panro A. Procalcitonin in pediatrics: owerview and challange. Infection 1998; 26: 232-241.
11. DaSilva O, Hammerberg O. Diagnostic value of leucocyte indices in late neonatal sepsis. Pediatr İnfect Dis J 1994; 13: 409-11.
12. Gendrel D, Raymond J, Assicot M, et al. Measerement of procalcitonin levels in children with bacterial or viral meningitis. Clin Infect Dis 1997; 24: 1240-1242.
KROMOGRANİN A
/in BİLİMSEL BÜLTENLERYazı Boyutunu Değiştirebilirsiniz
Kromogranin A (CgA), Nöroendokrin tümörler için en spesifik ve güvenilir tümör belirtecidir. Plazma Kromogranin A (CgA) düzeyi feokromositoma, karsinoid tümörler, pankreatik adacık hücreli tümör, medüller tiroid kanseri, küçük hücreli akciğer kanseri ve daha bir çok Nöroendokrin Tümör’de yükselmektedir.
KROMOGRANİN A
Nöroendokrin tümörler; vücudun çoğu organ ve dokusundan oluşan, heterojen kanserlerdir ve küçük hücreli akciğer kanseri gibi agresif tümörleri, karsinoid tümörler gibi düşük büyüme hızlı tümörleri ya da orta agresifl ikteki çeşitli kanserleri kapsarlar. Bir Nöroendokrin tümör (NET)’den süphelenildiğinde, klasik klinik semptomlar oluşabilir. Fakat NET’lerin büyük çoğunluğu hiç spesifik semptom göstermez. Bu nedenle biyokimyasal tanı büyük önem taşır. Geçtiğimiz on yılda, dolaşan çeşitli peptidlerin radioimmunoenzimatik ölçümlerinin validasyonu ile NET’ lerin klinik farkındalığı ve tanısı artmıştır. Bununla beraber NET’in rölatif düşük insidansı ve ölçülebilir çok sayıda hormonun varlığında, klinisyenler ölçülebilir değişkenlerin klinik değerini ve maliyetetkinliğini bilmeye gereksinim duymaktadır. Bir glikoprotein olan Kromogranin A (CgA) insanda üzerinde en çok çalışılan granindir. CgA’ nın nöroendokrin dokuda her yerde bulunması ve peptid hormonlarla birlikte salgılanması, onu nöroendokrin fenotipli tümörler için en spesifik belirteç yapar (1). Plazma CgA düzeyi feokromositoma, karsinoid tümörler, pankreatik adacık hücreli tümör, medüller tiroid kanseri, küçük hücreli akciğer kanseri ve daha bir çok NET’de yükselir ve CgA’ nın serum üzeyinin ölçülmesi NET’ li hastaların takibinde ileriye dönük çok büyük bir adımdır. CgA; ilk kez 1965 yılında Banks ve Helle tarafından tanımlanmıştır, (2) 48 kDa moleküler ağırlığında, 439 amino asitden oluşmuş bir asidik proteindir ve çeşitli endokrin ve nöroendokrin sistemlerin normal veya neoplastik hücreleri tarafından eksprese edilir. CgA, adrenal medulladaki depo granüllerinden katekolaminlerle birlikte ya da hipokalsemiye yanıt olarak paratiroid bezinden parathormon ile birlikte salgılanır.
CgA’ nın moleküler KROMOGRANİN A Kromogranin A (CgA), Nöroendokrin tümörler için en spesifik ve güvenilir tümör belirtecidir. Plazma Kromogranin A (CgA) düzeyi feokromositoma , karsinoid tümörler, pankreatik adacık hücreli tümör, medüller tiroid kanseri, küçük hücreli akciğer kanseri ve daha bir çok Nöroendokrin Tümör’de yükselmektedir. yapısı incelendiğinde 2 kısımdan oluştuğu görülür. C terminal alan dimertetramer dengenin sağlanmasında önemlidir, N-terminal alan ise dimer formundadır ve hızlı ayrılmadan sorumludur. Pro-hormon olarak sentezlenen CgA, depolandığı granüllerde çeşitli proteazlar tarafından N-terminalinde bulunan peptidden başlayan bir sinyal ile spesifik ayrılmaya uğrar. Yapısındaki, özellikle C-terminal bölgesinde bulunan çift bazik amino asit alanları, spesifik proteazların potansiyel proteolitik alanlarını oluşturur. N- terminalinde bulunan 17 ve 38. iki sistein amino asit rezidüsü arasındaki disülfid köprüsü, CgA ile ilişkili çeşitli biyolojik aktivitelerde yol göstericidir. CgA’nın posttranslasyonel modifikasyonunda O-glikolizasyon, fosforilasyon ve sülfasyon önemli biyolojik olaylardır (3).
CgA ve türevlerinin önemli fizyolojik görevleri vardır. CgA’nın dokuya spesifik proteazlar ile ayrılması ile oluşan başlıca biyolojik aktif peptidler; Katestatin, Pankreastatin, Vasostatin 1 ve Vasostatin 2 dir.
KROMOGRANİN A VE TÜREVİ PEPTİDLERİN GÖREVLERİ:
1- İnflamasyonda bakterisidal ve antifungal aktivite
2- Kardiyovasküler reaksiyonlarda inhibitör düzenleyici etki (vazodilatasyon, negatif inotropik etki)
3- İmmunite ve enerji metabolizmasının düzenlenmesi
4- Kalsiyum düzeyinin dengelenmesi
5- Apoptozisin indüklenmesi
6- Hücre adezyonu CgA; tüm nöroendokrin hücrelerde yaygın bulunuşu nedeniyle, bu hücreler için genel bir belirteçtir ve CgA düzeyinin çeşitli hormon sekrete eden ya da etmeyen NET’lerde yükseldiği yapılan çok sayıda çalışma ile gösterilmiştir ve NET’lerin tanısı ve evrelemesi tümör belirteci olarak serum CgA’ nın ölçülebilmesi sayesinde önemli derecede gelişmiştir. Bu nedenle CgA’ nın NET’lerin tanısı ve takibinde kullanımı bir çok dernek tarafından; Europian Neuroendocrine
Tumor Society (ENETS), UK and Ireland Neuroendocrine Tumour Society (UKINETS), North American Neuroendocrine Tumor Society (NANETS) önerilmektedir (4,5,6,7,8)
CgA’nın düzeyi hücre tipine ve hücrede bulunan sekretuar granüllerin sayısına bağlıdır ve ekzositozis ile fizyolojik olarak salınır ve gastro-entero-pancreatic nöroendokrin tümörlerde (GEP-NET), feokromositomada, karsinoid tümörlerde, tiroid
medüller kanserde, paratiroid adenomda, nöroblastomda, küçük hücreli akciğer kanserinde, bronkopulmoner NET’lerde, MEN 1 sendromunda ve daha bir çok NET’de kanda tümör belirteci olarak saptanır. CgA’nın NET’lerde spesifitesi %68-100
arasındadır ve sensitivitesi gastrinomada (%100), feokromositomada (%80), karsinoid tümörde (%69) seviyelerindedir. CgA’nın düzeyi tümörün büyüklüğü ve metastazın varlığı ile de ilişkilidir. Metastazlı hastalarda CgA sensitivitesi %60-100 arasındadır
ve 100-1000 kat yüksek CgA düzeyleri saptanır (9). ENETS 2012 yılında yayınladığı konsensüs kılavuzunda; her tür orijinli NET’le ilişkili serum belirteci olarak CgA’ nın son derece önemli ve duyarlı bir tümör belirteci olduğunu belirtmekte
ve tedaviye cevabın değerlendirilmesi ve karaciğer metastazlı hastaların takibinde de kullanılmasını önermektedir (10).
Benzer şekilde NANETS; NET’lerin tanısı için yayınladığı Konsensüs Klavuzunda; gastrik karsinoid tümörlerin tanısında ve somatostatin anologlarıyla tedavinin takibinde CgA’nın ölçülmesini önermiş ve tedaviyle CgA düzeyinin azaldığını ve bunun
tümör kitlesinin küçüldüğünün ve tümör hücrelerinden salınımının ve hormonal sentezdeki değişikliğin göstergesi olduğunu vurgulamıştır. Yine aynı kılavuzda feokrositomada CgA’nın sensitivitesinin %95, spesifitesinin %96 olduğu belirtilmiştir (7).
Günümüzde CgA ‘nın ölçümünde bir çok ticari kit mevcuttur. Son zamanlarda tam otomasyon sistemde, TRACE (Time-Resolved Amplified Crtptate Emission) teknolojisini kullanan İmmunofl oresan ölçüm kiti de geliştirilmiştir. Bu metod kullanılarak
yapılan 229 NET’li hastada; feokromositomada sensitivite %100, GEPNET’li grupta sensitivite %94 olarak bulunmuştur (11). Burada önemli nokta; değişik metodlar ve kitler arasında önemli farklılıklar olduğu için, takip ölçümlerinin aynı laboratuvarda, ya
da en azından aynı metod ve reaktif ölçülmesi gerektiğidir (10).
CgA’nın açlık ve tokluk düzeylerinde istatistiksel olarak önemli fark yoktur. Aynı zamanda, sağlıklı bireylerde, CgA’nın serum konsantrasyonlarında gün içinde ya da günler arasında önemli fark bulunmamıştır. Bu durum, CgA’nın güvenilir bir tümör
belirteci olarak kullanılabilmesi için önemlidir (12). CgA ölçümleri serumda yapılmalıdır. Kan alımından sonra hemen ölçüm yapılamayacaksa serum analize kadar -20 C˚de saklanmalıdır.
CgA ölçümünde dikkat edilmesi gerekli diğer iki durum; ilaç kullanımı ve NET dışı CgA artışlarıdır. Başlıca iki grup ilaç kullanımı CgA düzeyinde belirgin yükselmeye neden olmaktadır. Bunlar proton pompa inhibitörleri ve histamin H2–reseptör blokürleridir.
Bu nedenle bu grup ilaçların CgA ölçümünden yaklaşık iki hafta önce kesilmesi önerilmektedir. Böbrek ve karaciğer gibi bazı organ disfonksiyonları da CgA düzeyinde önemli ölçüde yükselmeye neden olur. Böbrek yetmezliğinde, CgA sistematik
olarak artar ve son dönem böbrek hastalarında en yüksek düzeylere ulaşır. CgA’da orta ya da hafif derecede artışa neden olan diğer patolojik durumlar; akut koroner sendrom, kalp yetmezliği, sistemik romatoid artrit ve hipertiroidizmdir (9).
Sonuç olarak Kromogranin A, tüm nöroendokrin tümörlerin tanısında ve tedavinin, hastalığın progresyonu ve regresyonunun izlenmesinde ve de rekürrenslerin saptanmasında güvenilir, en iyi serum tümör belirtecidir ve tüm nöroendokrin tümör
derneklerince kullanımı önerilmektedir.
KAYNAKLAR
1. M. Stivanello, A. Berruti, M.Torta A.Termine, M.Tampellini, G. Gorzegno, A. Angeli &l. Dogliotti. Circulating Chromogranin A in the assessment of patient with neuroendocrine tumours. A single institution experience. Annals of Oncology 12( Supp.2) : S73-S77,2001
2. Ines Totzauer . Werner Amselgruber . Fred Sinowatz, Manfr ed Gratzl. Early expression of chromogranin A and tyrosine hydroxylase during prenatal development of the bovine adrenal gland. Anat Embryo1 (1995) 191 : 139-143
3. Tota B, Quintieri AM, Di Felice V, Cerra MC. New biological aspects of Chromogranin Aderived peptides: Focus on vasostatins. Comp Biochem Physiol A Mol Integr Physiol 2007;147:11-8.
4. Svenja Nölting, Axel Kuttner, Michael Lauseker , Michael Vogaser et all. Chromogranin A as Serum Marker for Gastroenteropancreatic Neuroendocrine Tumors :A single Center Experience and Literatüre Review Cancers 2012, 4(1), 141-155
5. Ahmed, A; Turner, G; King, B; Jones, L; et al. Midgut neuroendocrine tumours with liver Metastases: Results of the UKINETS study. Endocr. Relat. Cancer 2009 ,16, 885-894
6. O’Toole, D.; Grossman, A.; Gross, D.; Delle Fave, G.; Barkmanova, J.; O’Connor,J.; Pape, U.F.; Plockinger, U. ENETS consensus guidelines for the standards of care in neuroendocrine tumors: Biochemical markers. Neuroendocrinology 2009, 90, 194-202.
7. Vinik, A.I.; Woltering, E.A.; Warner, R.R.; Caplin, M.; O’Doriso, T.M.; Wiseman, G.A.; Coppola, D.; Go, V.L. NANETS consensus guidelines for the diagnosis of neuroendocrine tumor. Pancreas 2010, 39, 713-734.
8. Lawrence, B.; Gustafsson, B.I.; Kidd,M.; Pavel.M.; Svejda,B.; Modlin, I.M. Th e clinical relevance of chromogranin A as a biomarker for gastroentropancreatic neuroendocrine tumors. Endocrinol. Metab. Clin. North Am. 2011,40,111-134
9. Glinicki P1, Jeske W. Chromogranin A (CgA)–the infl uence of various factors in vivo and in vitro, and existing disorders on it’s concentration in blood. Endokrynol Pol. 2010 Jul-Aug;61(4):384-387.
10. ENETS Consensus Guidelines. Neuroendocrinology 2012;95:74–176
11. Theodora Popovici, Baptiste Moreira, Marie-Helene-Schlageter, Phuong-Nhi Bories. Automated two-site immunofl uorescent assay for the measurement of serum chromogranin A. Clinical Biochemistry 47(2014) 87-91
12. Lise Pedersen, Mads Nybo Preanalytical factors of importance for Chromogranin A. Clinica Chimica Acta. 436(2014) 41-44
SELENYUM
/in BİLİMSEL BÜLTENLERİçindekiler
Yüksek konsantrasyonları toksik olan selenyum, eser element olarak vücut için esansiyeldir. Vücudumuzda bir çok enzimin kofaktörüdür ve temel olarak antioksidan fonksiyonuyla bilinir. Selenyumun bazı kanser tiplerine karşı koruyucu olabileceği, erkek fertilitesini artırdığı, kardiyovasküler mortalitede azalma sağladığı ve astımda inflamatuar mediatörlerin yapımını baskıladığı gösterilmiştir (1).
SELENYUM
Selenyum adı, eski Yunanda ay tanrıçası Selene’ den gelmektedir. 1800’ lerin başında modern kimyanın kurucularından olarak nitelendirilen İsveçli Jöns Jakob Berzelius tarafından ilk kez keşfedilmiştir. Ancak bir asır sonra eser element olarak fonksiyonları tanımlanmaya başlanmıştır (2). Periyodik cetvelde 34. Sırada bulunmaktadır ve atom ağırlığı 78.96’ dır.
Selenyum insan sağlığı için önemli ve gerekli olan esansiyel eser elementlerden biridir. Özellikle E vitamini ile birleştiğinde antioksidan olarak çalışır ve hücre yapısına zarar veren serbest radikallere karşı koruma sağlar. İnsanlarda organizmayı oksidatif hasarlardan koruyan glutatyon peroksidazların, deiyodinazların, tiyoredoksin redüktazın ve selenoprotein P’ nin de dahil olduğu pek çok metabolizmada rol oynamaktadır. Selenyum, iz element olarak inflamatuar, immunregülatuar ve endokrin
fonksiyonların düzenlenmesi için hem yapısal ve hem de kofaktör olarak rol alır. Vücudumuzda bulunan serbest radikaller hücre yapısı dışında DNA’ya zarar verebilir, kalp hastalıkları ve kanser türleri dahil olmak üzere çeşitli hastalıklara zemin hazırlar. Selenyum gibi antioksidanlar serbest radikalleri nötralize ederek zararlarını en az düzeyde tutar (3).
Selenyum organik (Selenometiyonin ve Selenosistein) ve inorganik (Selenat ve Selenit) olmak üzere iki formda bulunur (4). Hayvan ve insan dokularındaki selenyumun büyük çoğunluğu selenometiyonin formundadır. İskelet kası total selenyum miktarının yaklaşık %28 ile %40’ a varan bölümünü içermesiyle selenyum depolanmasının major bölümünü oluşturur (5).
Selenyum durumunun çok sıklıkla kullanılan göstergesi plazma ve serum konsantrasyonlarının ölçümüdür. Serum ve idrar selenyum konsantrasyonları son günlerde alınan selenyum miktarını yansıtır. Bir ya da daha fazla selenoproteinlerin (Glutatyon peroksidaz ve selenoprotein P gibi) miktar ölçümü de selenyum durumunun fonksiyonel ölçümü olarak kullanılır (5).
SELENYUM KAYNAKLARI
Selenyum, hayvan dokularında proteinle birleştiğinden et, et ürünleri ve balık en güvenilir kaynaklardır. Arpa, buğday gibi tahıl ve tohumlar da yetiştiği toprağın selenyum içeriğine bağlı olarak çeşitli miktarlarda selenyum içermektedir. Karaciğer, pekmez, süt ve süt ürünleri, yumurta, tereyağı, mantar, sarımsak, soğan, kırmızı biber, lahana, brokoli gibi yeşil yapraklı sebzeler ve tavuk eti bol miktarda selenyum içeren besinler arasındadır.
SELENYUM FONSİYONLARI
Selenyum birçok besinde doğal olarak ve vitamin takviyesi şeklinde preparatlarda bulunabilir. Biyolojik etkilerini yapısında yer aldığı selenosistein aminoasidini içeren selenoproteinler yoluyla gösterir. Bu etkiler; üreme, tiroid hormonu metabolizması, DNA sentezi, enfeksiyon ve oksidatif hasarın önlenmesi şeklinde sıralanabilir (3). Selenyum ilk araştırmalarda antikarsinojenik etkileri ile ilgi çekmiştir. Daha sonra 1990’lı yıllarda tiroid hormon metabolizması üzerindeki etkileri araştırılmaya başlanmıştır.
Selenyum ile ilgili yapılan çalışmalar arttıkça, dünyada ve Türkiye’de uzun yıllardır devam eden iyot suplementasyonu yanında, sağlıklı ve bilinen tiroid patolojisi olan kişilere, özellikle gebelere selenyum suplemantasyonu yapılıp yapılmaması gerektiği giderek artan sorular arasındadır (1).
SELENYUM EKSİKLİĞİ
Çin’in bazı bölgelerinde görülen ve kardiyomiyopatiye yol açan Keshan Hastalığı ile osteoartrite yol açan Kashin-Beck Hastalığı dışında Se eksikliği bildirilmemiştir (7).
SELENYUM TOKSİSİTESİ
Selenyum yüksek dozlarda alındığında toksiktir. Sülfoproteinlerin yapısındaki sülfürler yer değiştirerek enzimlerin, özellikle de solunum enzimlerinin inhibisyonuna yol açar (7)
ÇEŞİTLİ HASTALIKLARDA SELENYUMUN ROLÜ
SELENYUM VE KANSER
Çeşitli deneysel modellerde Selenyumun tümörogenezi inhibe ettiği gösterilmiştir (8). Yapılan hayvan modeli çalışmalarının üçte ikisinde selenyum eklenmesi ile tümör insidansında düşme gösterilmiştir. Selenyum’un in vitro olarak insan prostat kanser hücrelerinin büyümesini durdurduğu, temel içeriği Selenyum olan selenoproteinlerinin bazı transgenik fare modeli ve insan prostat kanser hücrelerinde baskılandığı ve ayrıca insanlarda oral alınan Selenyum’un selektif olarak prostat dokusu tarafından tutulduğunun gösterilmesi dikkatleri Selenyum üzerine çekmiştir (9). Anti oksidan etkisi, immün fonksiyonları arttırması, apopitozisi indüklemesi, hücre proliferasyonunu inhibe etmesi, karsinojen metabolizmasını değiştirmesi, yüksek Selenyum varlığında metabolitlerinin hücre toksisitesini sağlaması ve testosteron üretimini baskılaması gibi Selenyum’un antikanserojenik etkisini açıklamada ileri sürülen çok sayıda potansiyel mekanizma vardır (10-11). Kanser önleyici modellerde
Selenyumun biyoaktif formu metilselenol kullanılmaktadır (12). Epidemiyolojik çalışmalar gastrointestinal ve Prostat kanserini de içeren bazı kanserler ile Selenyum miktarı arasında ters bir ilişki olduğunu göstermektedir (13).
SELENYUM VE TİROİD
İlk kez 1987’de Goyens ve arkadaşları tarafından Afrika’nın endemik guatr bölgesinde kretenizmli çocuklarda serum selenyum ve glutatyon peroksidaz düzeylerinin düşük olduğu saptanarak bu çocuklarda toksik oksijen hasarının ve selenyum eksikliğinin tiroid bezi destrüksiyonuna yol açabileceği belirtilmiştir (14). Türkiye’den Aydın K. ve ark. tarafından yapılan bir çalışmada endemik guatr bölgesinde iyot ve selenyum eksikliğine bağlı olarak önemli oranda guatr bulunduğu, tiroid fonksiyonlarının olumsuz yönde etkilendiği, iyot ve Se desteği yapılması gerektiği sonucuna varılmıştır (15).
SELENYUM VE VİRAL ENFEKSİYONLAR
Selenyum eksikliği İnfluenza, HIV ve Coxsackie virus gibi viral enfeksiyonların artmış insidansı, virulansı ve hastalığın seyri ile ilişkilendirilmiştir (16).
SELENYUM VE BAĞIŞIKLIK SİSTEMİ
Yeterli selenyum tüketimi birçok yönden bağışıklık sisteminin fonksiyonları için esansiyeldir. Mc Kenzie ve arkadaşları selenyum eksikliğinin bazı spesifik yollardan immünite hücrelerinin etkinliğini baskıladığını göstermişlerdir.
Birçok ek çalışmalar da artmış selenyum alımının bağışıklık sistemini güçlendirdiği görülmüştür (17).
SELENYUM VE ASTIM
Yapılan çalışmalarda, astımlı hastaların kan selenyum düzeylerinin düşük olduğu gözlenmiştir. Hamilelikte selenyumdan fakir beslenmenin bebekte selenyum eksikliğine yol açtığı ve kan selenyum düzeyleri düşük doğan çocuklarda ileride daha fazla astım geliştiği görülmüştür (18,19).
KAYNAKLAR
1. Türk Jem 2010; 14: 76-9
2. Köhrle J. Eser element selenyum ve tiroid bezi. Biochimie 1999;81:527-33.
3. Sunde RA. Selenyum. İçinde: Ross AC, Caballero B, Cousins RJ, Tucker KL, Ziegler TR, eds. Sağlıkta ve Hastalıkta Modern Beslenme. 11. baskı. Philadelphia, Pensilvanya: Lippincott Williams & Wilkins; 2012:225-37
4. Sunde RA. Selenyum. İçinde: Bowman B, Russell R, eds. Beslenme Konusunda Mevcut Bilgiler. 9. baskı. Washington, DC: Uluslararası Yaşam Bilimleri Enstitüsü;2006:480-97
5. Terry EN, Diamond AM. Selenyum. İçinde: Erdman JW, McDonald IA, Zeisel SH, eds. Beslenme Konusunda Mevcut Bilgiler. 10. baskı. Washington, DC: Wiley-Blackwell; 2012:568-87
6. Tıp Enstitüsü Gıda ve Beslenme Kurulu. Diyet Referans Alımları: C Vitamini, E Vitamini, Selenyum ve Karotenoidler. National Academy Press, Washington, DC, 2000.
7. Biyokimya, 2.Baskı, Figen Gürdöl Evin Ademoğlu
8. Nakamura A, Shirai T, Takahashi S, Ogawa K, Hirose M, Ito N. 3,2′-dimetil-4-aminobifenilin başlattığı oran prostat karsinogenezinde doğal olarak oluşan antioksidanlar tarafından modifikasyon eksikliği. Kanser Lett. 1991:58;241-6.
9. Calvo A, Xiao N, Kang J, Best CJ, Leiva I, Emmert-Buck MR, ve diğerleri. Prostat kanseri ilerlemesi sırasında gen ekspresyon profillerindeki değişiklikler: fare ve insan tümörlerinde tümör oluşumu ve selenoprotein-P’nin aşağı regülasyonu ile fonksiyonel korelasyonlar. Kanser Arş. 2002:62;5325-35.
10. Redman C, Scott JA, Baines AT, Basye JL, Clark LC, Calley C, ve diğerleri. Selenometiyoninin seçilmiş üç insan tümör hücre hattının büyümesi üzerindeki inhibitör etkisi. Kanser Lett. 1998:125;103-10.
11. Thompson HJ, Wilson A, Lu J, Singh M, Jiang C, Upadhyay P, ve diğerleri. Organik ve inorganik selenyum formunun meme karsinomu hücre dizisi üzerindeki etkilerinin karşılaştırılması. Karsinojenez 1994:15;183-6.
12. Ip C, Thompson HJ, Zhu Z, Ganther HE. Metilseleninik asidin in vitro ve in vivo çalışmaları: monometillenmiş bir selenyum metabolitinin kanserin kemoprevensiyonu için kritik olduğuna dair kanıt. Kanser Arş. 2000:60;2882-6
13. Li JY, Taylor PR, Li B, Dawsey S, Wang GQ, Ershow AG, ve diğerleri. Linxian, Çin’de beslenme müdahalesi denemeleri: özofagus displazisi olan yetişkinler arasında çoklu vitamin / mineral takviyesi, kanser insidansı ve hastalığa özgü ölüm oranı. J Natl Kanser Enstitüsü 1993:85;1492-8.
14. Goyens P, Golstein J, Nsombola B, Vis H, Dumont JE. Miksoedematöz endemik kretinizmin patogenezinde olası bir faktör olarak selenyum eksikliği. Acta Endocrinol 1987;114:497-502.
15. Aydın K, Kendirci M, Karaküçük Eİ, Kırış A, Muhtaroğlu S, Tutuş A, Kurtoğlu S. Bir endemik guatr bölgesindeki 7-12 yaş grubu ilkokul çocuklarında tiroid volümleri, tiroid fonksiyonları, iyot ve selenyum düzeyleri. Türk Pediatri Arşivi 1998;33:205-10.
16. Selenyum, bağışıklık fonksiyonu ve viral enfeksiyonlara karşı direnç Harsharn GILL ve Glen WALKER Temel Endüstriler Departmanı, Werribee Merkezi, Werribee, Victoria, Avustralya. Trition & Diyetetik 2008; 65 (Ek 3): S41–S47
17. Avrupa Klinik Beslenme Dergisi (2004) 58, 391–402 & 2004 Nature Publishing Group Tüm hakları saklıdır 0954-3007/04
18. Devereux ve diğerleri; Clin Exp Alerji 2007
19. Koçyiğit et al; Biol Trace Elem Res 2004